0

Önümdeki bantta uzunca bir sıra var. Marketin kasasında yığılan mallara ait barkotların okunmasını bekliyorum. İnsanların yeme alışkanlıkları mı değişti? Her şey kutuda, ya da kolide… Nerede o eski kesme kaşarlar, öbek öbek lahanalar, huni şeklindeki yağlı kâğıtlara sarılmış salamura zeytinler…

Bekleyiş, eli çabuk ikinci bir kasacının devreye girmesiyle nihayete eriyor ve sıra bana geliyor. Öğrenci alışverişi nasıl olur? Eh işte! Beş ekmek, üç paket çekirdek, beş paket bisküvi… Sonrası mı? Uzunca bir yürüyüş sonrası ver elini eve…   Eve vardığımda bitpazarından alınan duvar saati dördü gösteriyor. Biraz uyumalıyım. Yoksa geceye hazır olamam.

Arkadaş sobayı yakmış. Gürül gürül yanıyor. Çatırdayan sobanın arkasındaki yatağımda kedi gibi kıvrılıyorum. Uyku! Ah! Güzel uyku! Öyle hasretle kestiriyorum ki. Uyandığımda ev daha bir şenlikli olmuş. Melih, Cevdet, Murat, Aytaç hepsi gelmiş, sofradalar. Sıcak tarhana çorbasının kokusu açlığımı kamçılıyor.

Dışarısı zifiri karanlık… Kışın bastıran erken karanlığına, bir türlü uyum sağlayamadığım ileri -geri saat uygulaması da eklenince nevrim döndü. Arkadaşlara soruyorum.

‘’Yahu saat kaç?’’

‘’Dokuz’’ diyor Cevdet.

‘’Ooo epey olmuş’’

 Yataktan fırlıyorum. Doğruca sofraya… Gözünü sevdiğim tarhana çorbası çiğ soğanla ne de güzel gidiyor. Odunların yanmasını sürekli destekleyen Cevdet, evin kızı edasında gezinip duruyor. İçinde ıhlamur kaynattığı eski çaydanlığı sobanın üzerine koyuyor. Arkadaşlar yemeğimin bitmesini bekliyorlar. Ben doyunca masa el çabukluğuyla toplanıyor. Eski perde, masanın üzerine seriliyor. Okey taşları büyükçe bir kutudan masaya devrilip istekalar da sıralanınca işlem tamamlanmış oluyor. 

Melih taşları çevirirken, Cevdet bardakları bir tepsiye koyup getiriyor. Murat ‘ta ‘’tık’’ yok. Sobanın arkasında mayışmış kalmış. Aytaç ise kitap okuyor. Cevdet, tekrar mutfağa gidip bugün marketten aldığım çekirdekleri ve bisküvileri getiriyor. Anne sıcaklığındaki bu arkadaşa bayılıyorum. Seviyorum keratayı. Ne yaptığı işi başına kakar, ne de çalışmaktan üşenir. Ah! Beni esir alan tembellikten Cevdet’te eser yok.

Sonra masaya toplanıyoruz. Ruh çağırır gibi huşu içindeyiz. Okey çekiliyor. Kırmızı 5’li. Sonra taşlar diziliyor. Kim kazanacak bakalım? Her gecenin galibi olan ben, acaba bu akşam elimi kime kaptıracağım? Israrla ‘’vermem size oyunu’’ diyorum. ‘’Kazanan ben olacağım’’

Aytaç hariç herkes oynuyor. Bir ara Aytaç’ı bulmaca çözerken görüyorum. ‘’Kalk da servisi yap’’ diyorum. Aytaç, ıhlamurları bardaklara doldurup önümüze koyuyor.

‘’İyiliğin dokunsun arkadaş! Şekeri de atıp karıştırıver ’’ diyorum.

‘’Az ye de kendine hizmetçi tut’’ diye karşılık veriyor.

Aytaç tekrar bulmacasına dönüyor. Ihlamuru yudumlarken bisküvi de ağzımı tatlandırıyor. Sohbet akıyor taşların arasından. İkinci el;  yeşil 7’li okey bu sefer.

Dersler, hocalar, hafta sonu maçları, bitmeyen kuramlar, izafiyet teorisi, merkez kaç kuvveti, garip makine belgeselleri derken kaynayan ıhlamurun dibi geliyor. Ne içeceğiz diye istişare yaparken Cevdet’in aklına sütlü kahve geliyor. Kahve, evde var mıydı yok muydu diye tartışırken Cevdet,  fincanlarla dolu tepsiyi masaya bırakıyor.

‘’Sütlü kahve mi bu?’’diye soruyorum.

Cevdet;

‘’ Evet sütlü kahve. Ama kahve azıcık kalmıştı. Ben de kakao ile kahveyi karıştırdım. Nasıl? İyi olmuş mu tadı?’’ 

Hepimiz karışımı höpürdetiyoruz. Acayip ağız sesleri çıkardıktan sonra;

‘’Güzel olmuş! ‘’diyorum. Sonrasında çekirdek oluyor her yer. Önümüzdeki tabaklara kabuklarını atarken birazı da masanın üzerine saçılıyor. Bir ara boynum tutulmuş.

‘’Saat kaç diye soruyorum’’

 Melih;

 ‘’Gecenin bir’i ‘’diyor.

Aytaç hala okuyor. Nasıl olduysa bir ara dışarı bakıyor ve ‘’kar yağıyor çocuklar!’’ diyor. ‘’Hem de lapa lapa…’’

Ne de umurumuzda ya! Yağsın mübarek! Uykusu gelen bırakıyor oyunu. Ben hala taş çeviriyorum. Gece ilerledikçe üzerimi bir üşüme aldı. Yatağımdaki düzeltilmemiş battaniyeye sarılıyorum. Kaldığı yerden oyuna devam…

Sersemleşmiş vücudum ısınınca kendine geliyor. Derken herkes kalkıyor masadan. Kendi başıma oynayamam ya? Ben de yatıyorum; lakin uyumak ne mümkün. Taşlar beynimde gezinip duruyor. Renkler, sahte okeyler… Kurtulamıyorum bir türlü. Uyumak için koyun saymayı deniyorum ama koyunlar bile turuncu yeşil. Fırtınanın sesi camlara çarparken, sönmüş sobadan burnuma gelen odun kokusu nefesimi kesiyor. Yarın girmem gereken iki sınavım var ama ben hiç çalışmadım. ‘’Bu okey aşkı nereye gidecek artık?’’ diye düşünürken kulağıma ezan sesi çarpıyor. Vay! Sabah olmuş. Leyleğin ömrünün laklakla geçmesi gibi bende vaktimi oyunda geçirmişim. ‘’Sabahlara kadar vaktini boşa geçiren,  okyanusta kaybolan sandalla karaya çıkmaya çalışan adama benzer’’ derdi ninem. Ben de tıpkı okyanusu sandalla geçmeye çalışan adam gibi bir türlü karaya çıkamıyorum. Gündüzleri uyumaktan dersler yatıyor, geceleri oynamaktan günlerim helak olup gidiyor. Ne olacak halim diye düşünürken gözlerim uykuya yenik düşüyor.

Ertesi gün darmadağınık olmuş odayı evin hizmetkârı Cevdet temizliyor. Geceden bastıran kardan nasiplenen havada yol yürümeye üşenen arkadaşların çektiği kısa çöp sonrası markete gitmek bana kalıyor. Uslu bir çocuk gibi şansıma söylenmeden bakkala gidiyor, ekmekleri alıyorum. Sabah kahvaltısından sonra sınava yetişebilmek için hep beraber evden çıkıyoruz.

Sınavda heyecanlı arkadaşlar bildiklerini beyaz kâğıtlara döktürürken bana Cin Ali çizmek kalıyor. Olmuyor. Çok zeki beynim de işe yaramıyor. Açmamışım ki kitabın kapağını. Soruda çıkan terimleri bile ilk defa duyuyorum. ‘’Yaktın beni Asım hoca’’’ deyip amfiden ilk çıkanlardan oluyorum. Melih’te arkamdan geliyor. Sonraki sınav öğleden sonra… Melih e dönüp;

’’Öğleye kadar ne yapacağız arkadaş? Acaba kahveye gidip okey mi oynasak?’’ diyorum.

Melih’e fikir yatıyor. Sonrası öğrenci kahvehanesinde yine okey oynamak oluyor. Cevdet, Aytaç, Murat’ta bir saat sonra kahvedeler. Ama onlar ders çalışmayı yeğliyorlar. Öğle hemencecik gelivermiş. Yine sınav için amfideyiz. Amfi sıcak. Uyukluyorum.  Bu sefer sınavdan son çıkan ben oluyorum.

Akşam olunca erkenden bastıran karanlık ve soğuk beni yine eve götürüyor. Uyumak istiyorum ama uykudan eser yok. Taşlar gözümün önünde uçuşuyor. Yerdeki halının renklerinde takılıp kalıyorum. Mavi, turuncu, kırmızı… Halının çiçekli desenleri siyah üçlüye benziyor. Çıldıracak gibiyim. Aylar var ki ilk defa okey masasına oturmuyorum. Sonraki günlerde de… Uykusuzluğum gittikçe dramatik bir hal alıyor. Kimseyle konuşmak istemiyorum. Bitmek bilmeyen kronik yorgunluğun etkisi altındayım. Elim kolum kalkmıyor. Takıntılarım iyice arttı. Yolda giden araçların tabelasını, sınıfta ise arkadaşların kıyafetlerini sayıyorum. Üç siyah kazak, beş yeşil gömlek, iki turuncu bot…

Kâbus gibi geçen bir haftadan sonra ders notları açıklanıyor. Hepsinden kalmışım. Yere çöküyorum. Dizlerim tutmuyor. Melih’le Cevdet kollarımdan tutup beni sürükleyerek okulun kantinine doğru götürüyorlar. Sandalyede otururken garip bir bulantı mideme çöküyor.

‘’Üzülme. Çalışır verirsin. Ölüm yok ya sonunda!’’ diyorlar.

 ‘’Notların bir önemi yok arkadaşlar. Beni bir doktora götürün! Doktora… Doktora…  Her yerde siyah sekizli ile turuncu 13 dolaşıyor’’ diyorum. 

Cevdet hayretle gözlerimin içine bakıp ‘’onlar da ne birader?’’ diyor.

‘’Siyah sekizli annem, turuncu 13 de eli sopalı babam’’ Bu iki sayıyla bir türlü kombinasyon yapamıyorum.  Sıradaki taşı bekliyorum.  

Serpil Tuncer

Görsel:Kader Üstün

Leave a Comment

İlgili İçerikler