1

Evin ışıkları gecenin karanlığını kesse de göz bebekleri tam tekmil gökyüzünü seyrediyordu. Uçsuz bucaksız gökyüzünü… Elindeki oyuncak teleskopla nefes almadan yıldızlara bakıyordu. Onları düşlüyordu tıpkı fizik okuyan Osman dayısı gibi. Aralarındaki hesaba aklı ermese de,  ışık hızından anlamasa da avuçlarında yıldızları tutuyordu.  Gökyüzünün kuzeyini parlak olanlarıyla, güneyini ise gurup yıldızlarıyla dolduruyordu. Hemen yanında duran tahtadan yapılmış uçağın içine oturdu. Düğmeye dokunca önündeki göstergelerin ışıkları yanmaya başladı. Uçak büyük bir gürültü çıkardı. Motorları ateşlediği gibi hızla yükseldi. Bilinmeyen bir gezegen olan Jetgen ’e gidiyordu.

Aşağıda kalan evine bakıp az önce balkonda oturan annesinin: “Oğlum gitme! Yalvarırım geri dön!” diye bağırdığını duydu. Annesine el salladı. Bağırarak: “Beni merak etme anne ben Jetgen ’e gidiyorum.” dedi ve gözden kayboldu. Önünde uzanan gecenin karanlığına doğru aldı.  Karanlık hiç bitmeyecek gibi önünde uzanırken yoğun bulutları gördü. Bulutlar, gri bir sis haline gelip uçağının pervanesine dokunuyordu. Üşümeye başladı. Rüzgâr, ağzını yüzünü doldurmasın diye yanıma aldığı yağmurluğu üzerine giyinip kapüşonu başına geçirdi.

Jetgen çok uzakta bulunan bir gezegendi ama o ışık hızında gittiği için mesafeler anlamını yitiriyordu. Beyaz pudradan bir dağa benzeyen ay çoktan geride kalmıştı. Birkaç dakika sonra kırmızı gezegen Mars minicik beyaz bir bilye gibi duruyordu. Mavi gezegen Dünya ise mercimek tanesi kadar ufaldığında güneşin çekim kuvveti de azalmıştı.

Jüpiter’in uydularına çarpmadan, Satürn’ün taştan halkalarına vurmadan hızla çıktı güneş sisteminden. Kocaman bir sessizliğin içinde ucu bucağı olmayan karanlığa ilerlerken birkaç galaksinin kızıl ve  mavi ışıklarını gördü. 

Nihayet göründü Jetgen!  Orada, yeşil bir dumanın içine yatmış gülümsüyordu. Üzerinde büyük rüzgârlar olduğu için uçağın hızını azaltması gerekiyordu. Aracın arkasında bulunan koruma kalkanlarını açtı. Jetgen ’nin yörüngesine girdiği gibi büyük, ölümcül rüzgârlar başlamıştı. Uçak yalpalanıyordu ancak açtığı koruma kalkanları dengede durmasını sağlayacaktı.

Yıldızlar ve gökyüzü Jetgen’den ne kadar da değişik görünüyordu. Gökyüzünde büyüklü küçüklü tam dört tane ay vardı. Biri hilal, diğeri dolunay ve diğer ikisi de yarım duruyorlardı. Her ne kadar gece de olsa bu dört ayın ışığı gezegeni büyük bir fenerle aydınlatılmış gibi ışıl ışıl yapıyordu. Her yeri mavi ışıklar kaplamıştı. Gündüz gibi aydınlıktı. 

Pembe bulutları gördü önünde. Bu gezegenin atmosferi farklı olduğu için bulutları pembeydi. Dağların yamacına doğru inmeye çalışırken uzay aracı yalpalandı. Büyük bir rüzgâr, aracı alaşağı etti ve “pat” diye yere düştü.

Çimlerin üzerindeydi. Üstü başı ot olmuştu. Düşme kısmına o kadar kendini kaptırmıştı ki dirseklerini çizip kanatmıştı. Annesi koşar adım yanına geldi.

—Düştün yine değil mi? Kalk, ayağa kalk! Üstün başın çimen olmuş hep. Hava da soğudu artık.  Hadi Ömer doğru eve…

—Az daha oynayayım anne ne olur. Jetgen’ nin sularına dalamadım. Okyanuslarını göremedim ne olur anne, diye sızlanmaya başladı. Annesi,  Ömer ‘in bitmek bilmeyen ısrarı karşısında oyuncak uçağı bir kenara attı. Annesinin uçağına böyle davranması sinirlerini bozmuştu. Ağlamaya başladı.  Bahçeden eve girdiklerinde annesinin yaptığı ilk iş Ömer ‘in elini yüzünü yıkayıp, ona  pijamalarını giydirmek oldu. Sonra Ömer’in gönlünü almak istercesine saçlarına dokunup yanağına bir öpücük kondurdu.  

—Gel, babanın arkadaşına hoş geldin diyelim.

—Neden anne?

—O hem misafirimiz hem de bir doktor. Senin de tanımanı çok istiyorum.

—Ama ben istemiyorum anne.

—Sadece selam vereceğiz. O kadar.

—Doktor dedin ya. İğne yapmaz değil mi?

—Hayır. Asla! Hem sen şu aralar gayet sağlıksın.

Annesiyle birlikte büyük salona geçtiler. Ömer misafirleri olan doktora önce “Hoş geldiniz.” dedi sonra babasının yanına oturdu. Ömer’in yüzüne bakan doktor sordu:

—Adın ne senin evlat? 

—Ömer.

—Ne güzel bir isim. Kim vermiş adını?

—Babam.

—Duyduğuma göre sen uçmayı çok seviyormuşsun.

—Evet,  çok seviyorum.

—Her gece uçuyor musun peki?

—Evet, uçuyorum.

—Nereye gidiyorsun?

—Yıldızlara, aya, galaksilere… 

—Bu gece nereye gittin?

—Jetgen’e…

—Aaaa, adını ilk defa duydum.

Annesi adamın yüzüne bakıp:

—Ellerin çocukları kamyon ister, dozer ister,  bizimki astronot olmak ister, teleskop ister Salih Bey. Bisiklet alalım dedik istemedi. Tutturdu uçak da uçak. Babası gitti bir marangoza uçak benzeri bir oyuncak yaptırdı. Bizim Ömer her gece bahçede uzaya çıkıyor sizin anlayacağınız.

—Ömer, gerçekten uçmayı istiyor musun? İnsanların bir vasıta olmadan uçamayacağını biliyorsun değil mi?

—Tabi ki biliyorum, ben sadece oyun oynuyorum.

—Bir çocuğun uyuması için çok geç bir saat. Senin erken yatman lazım Ömer…

—Evet, ama gökyüzündeki yıldızları ancak bu saatte görebiliyorum.

Annesi söze atlayıp:

—Doktor bey sizce Ömer ‘in nesi var?

—Kanatları…  Hepsi bu.

Annesi şaşkın şaşkın doktorun sözünü yeniledi.

—Kanat mı? Ne kanadı Salih Bey?

—Ömer’in o kadar büyük kanatları var ki arka bahçeye bile sığmıyor yavrucak.  Ömer’e sahip çıkın ki kanatları kırılmasın. Yoluna devam etsin.

Deniz Saygın

Comments ( 1 )

  • Kanatları var.. Hepsi bu. Öykünün sonunu çok beğendim.
    Başlarda bazı cümlelerin daha yalın ve kısa olması gerektiği duygusuna kapıldım.
    Başarılar dilerim.

Leave a Comment

İlgili İçerikler