0

Küçük odamdan erken çıktım. Avluda, annemin ve babamın hep aynı yol üzerinde yürümelerinden oluşan daracık patikada yürüdüm ve ardımdan dış kapıyı kapattıktan sonra, kendimi sokakta buldum. Sokakta benden başka kimse yoktu. Arkama baktım, kimseyi görmedim. Tek bir canlı yoktu sokakta: ne ses, ne seda, ne hayvan, ne sinek, ne sinek vızıltısı, ne koyun kuzu melemesi, ne birini çağıran insan sesi, ne âşık olan bir genç kızın türküsü… Diyorum ya – tek başınaydım ve ekliyorum, sokak sessiz mi sessiz. Ancak, bir şeyler olduğuna dair bir önsezim vardı. Fakat olup biten henüz çok uzaktaydı: görecek kadar yakın ve anlayacak kadar belirgin değildi. Ama olağan bir şey de değildi bu sessizlik. Köy evlerinin perdeleri örtülmüştü. Yalnız tek tük bazı pencerelerin kanatları açık kalmıştı. Açık olmasına açıktılar, ama – bir şey olacağını kanıtlayacak ne rüzgâr ne de bir el kımıldatıyordu bunları. Hiçbir esinti yoktu.

Evet, küçük odamdaki yatağımda uyurken, bir güzellik görüyordum düşümde. Bahçedeki elma ağacının yaprakları kımıldamıyor, göl sularında da en küçük bir dalga göze çarpmıyordu. Garip, diyordum düşümde ve düşün kendisi bir garip oluyordu… Köyün sessizliği ve gösterişi ile ilgili düşlerim, köyün sokağı, pencereleri ve – gölü ile ilgili düşlerim garipti. Evdeyken de, diyorum, çıt dahi çıkmıyordu – ne bahçede, ne koridorda, ne misafir odasında, ne mutfakta, evin hiçbir yerinde tek bir ses duyulmuyordu: ne annemin ayak sesleri, ne babamın yakınmaları, ne de küçük kardeşimin ağlamaları… Alaca koyunun melemesi ve Tekir kedinin miyavlaması da duyulmuyordu. Diyorum ya – düşümde bir sessizlik! Ve ben – şu anda da sessizliği düşünüyorum. Biliyorum, uyuklayan sessizlik içine gömülmüş olarak yalnızlığımla baş başa yürürken, düşünüyorum da, bundan önce hiçbir zaman sessizliği… Özellikle gölün sessizliğini bu denli düşünmemiştim. Şimdi artık biliyorum: birkaç yıl oldu, on yıldan fazla… Hayır, hayır yirmi yıldan fazla; yok hayır, belki de bunlardan da daha fazla yıl oldu, gölü sakin, sessiz ve bu sessizliği içinde onun güzelliğinde bir çeşit rahatlık duyduğunu sandığım. Biliyorum ama, gölün derinliklerinde bir şeyler olduğunu, denizin yüzeyine çıkarak arada bir soluk alan balıklar bulunduğunu nasıl tahmin etmeliydim; su yılanlarının da yol kat ettiklerini, denizlerde ve okyanuslarda, kaç milyarlık yol kat ettikten sonra tekrar geri döndüklerini biliyorum, ama… Göl dalgalarının bozulmayan sessizliğinin bir gerçek olduğunu, belki de yalnız bir düş olduğunu daha önce, bunca yıldır hiç düşünmemiş olmam garip değil mi? Ben ne bileyim?

Örneğin bulutlar, göl yüzeyinin üzerinde bulunan bulutlar, hatırlıyorum da, sakin değildiler. Arada bir, odamızın penceresinden, yorgun ya da sevinçli olduğumuz zaman baktığımız gibi bakarsak, evet, bulutlar sakindi, ama tekrar geri dönen ve gölün üzerindeki gök parçasına eski bulutların yerine yeni bulutlar mı geliyordu. Hayır – bulutların yurdu yoktur, diye yazmıştı bilmem hangi yazar. Şöyle demişti o yazar: «Hey, rüzgârların her zaman sürüklediği… ve her zaman yurtsuz bıraktığı, yükseklerde bulunan bulutlar.» İşte, böyle yazmıştı bir zamanlar büyük bir yazar. Fakat gölün üzerinde rüzgâr yoktu. Hatta onları karıştıracak hiçbir esinti yoktu. Tersine, her yerde sessizlik vardı. Sessizlik ve barış. Köyde, insanlar, birtakım adamlar ve peri gibi güzel kadınlar, elleri havada, devamlı dua ediyorlardı: «Tanrım, bu sessizliğimizi bozma.» – ve gerçekten de sessizlik bozulmuyordu. Sessizliği bozan göl sularının yüzeyi, güz yağmurlarından ya da, örneğin, yaz melteminden, dağlardan esen soğuk kış rüzgârından… Ve benzer şeylerden, sessizliğinin bozulmasını istemiyordu.

«Şimşek çakıyor,» – diyordu benim köylülerim. «Gök gürleyerek yağmur yağacak! »

«Kaçın, kaçın, » diyordu köydeki bizim semtin çocukları, «kaçın, gök gürleyerek yağmur yağacak ve… Birinize yıldırım çarpabilir. Kaçın, kaçın! »

«Yağmur!»  – diye şaşırıyordu yaşlılar. «Olası değil. Bunca zamandır yağmur yağdığı yok. Hadi neyse, belki de yağmur yağdığı olabilir, ama gök gürleyerek yağmur… asla olmaz! » İşte, tam tamına böyle diyordu köyün erkekleri.

Bu adamlar, köyümüzün belli başlı erkekleriydiler. Bunlardan biri Veton amcaydı. Diyordu ki kulağımı çekerek:

«Dinle, beni iyi dinle, sümüklü oğlu sümüklü. Ben şimdi biraz kestireceğim. Yağmur yağarsa, gelip haber ver. Tamam mı? – diyordu ve öyle uykulu haliyle yokuş aşağı kendi köşesine, odasında bulunan yatağına doğru seğirtiyor ve bütün gün uyuyordu. Ah, ne kadar da uykucuydu o zamanlar Veton amca.

«Bana bak, » diyordu daha sonra Ramazan amca, «Yağmur yağacak olsa, bir zahmet bana da haber ver. Beni buğday ambarında, buğday tanelerini sayarken bulursun.» diyordu ve belini tutarak iki büklüm yürüyordu. Oysa hayret ediyordum onun gibi iri yarı bir adamın bu şekilde yürümesine. Bir şey daha şaşırtıyordu beni: Ne diye Ramazan amca buğday tanelerini sayıyordu. Bu yaz gününde köyümüzde yapılacak daha akıllıca bir iş yok muydu? Yağmur yağınca ova yeşerecek ve doğrusunu söylemek gerekirse, susuz kalmış bu ova, Veton ve Ramazan amcalardan yağmura daha çok gereksinme duyuyordu. Çünkü onlar susuzluklarını bir kahvede ya da köyümüzün derin ve soğuk suyu bulunan bir kuyusunda da giderebilirlerdi.

«Dinle beni, » diyordu Rıza amca. «Yağmur atıştırmaya başladığı zaman, bağa gel. Orada, kiraz ağacının gölgesinde arkadaşlarla kâğıt oynarken bulursun beni. »

«Ama neden, » diye soruyordum, «Yağmur atıştırmaya başlayınca, sen fark edemeyecek misin, amca? Yağmur yağdığı zaman, iliğine kadar ıslanacaksın… Veton amcanın durumu başka, çünkü o içerde, odasında uyuyor olacak ve yağmur yağdığını bilmeyecek… Eğer gerçekten yağarsa… Ramazan amcanın da durumu aynı, ama sen Rıza amca, dışarıda – bağında, doğanın kucağında olduğun halde, yağmur yağdığını haber vermemi istiyorsun… Eğer gerçekten yağarsa!»

İşte, yağmur yağmadığı ve köyün sokağı, evlerin pencereleri ile gölün yüzeyi, hiçbir el ya da esintinin bozamayacağı garip bir sessizliğe gömüldükleri zaman, böyle acayip şeyler olur benim köyümde.

Diyorum ki: düşümde, sessizlik! Uyanıkken – sessizlik!

Sokakta yokuş aşağı yürüyor, kafama musallat olan tüm terslikleri düşünüyordum. Göl pek uzağımda değildi. Birkaç yüz metre yürüdükten sonra, orada olacaktım. Sonra da, her zaman olduğu gibi, gölün kenarında bir yere, bir taşın üzerine oturup, sakin, tertemiz ve masmavi gölün yüzeyini izleyecektim. Çoğu zaman orada, gölün kenarında, yalnız başıma kaldığım zaman, orada oturur ve konuşmaya başlarım, tabii ki kendi kendimle konuşurum. Sadece onların söylediği sözler ve kendim geçer aklımdan. Ve tekrar aynı sözler, kendi sözlerimle ve onların sözleri ile konuşurum. Benim sorularım ve onların yanıtlarıyla… Benim sorularım ve onların yanıtlarıyla…

Birinci ses sorar: « Ve kalacağını söylüyorsun, ha? »

«Evet,» – derim ben -«Kalacağım, neden kalmayayım? »

İkinci ses şaşırır: «Ne demek ne kadar? Kulağın sağır mı senin? Burada hakim olan sessizliğin farkında değil misin? Bizimle gel! »

«Gideceğiz, tabii ki gideceğiz. Sen bizim için hiç tasalanma!»

«Dert mi yani!» – derim ben. «Siz olmadan, tek başıma, sakin olarak yiyip, uyuyamayacak mıyım sanki?..»

O zamanlar sessizliğin, hem düşümün, hem de uyumadığım anların ayrılmaz bir parçası olacağını bilmiyordum. Çünkü düşümde: sessizlik, ve uyanıkken de, sessizlik vardı! Hepsi gittiler ve, ne gariptir ki, arada bir de olsa, bir mektupla dahi anımsamazlar ve, bazen anımsadıkları olursa, mektuptaki sözler pek o kadar çınlamaz. Bu sözlerdeki anlam, sanki mektuptan daha başka bir anlam taşır.

«Ben çok iyiyim. Bu mektubun da seni iyi bulmasını dilerim,» – diye yazıyordu Frankfurt’tan Agim.

«Bu mektubu yazmamın nedeni, seni her zaman düşündüğümü anlatmaktır. İsterdim ki sen de beni aynı şekilde her zaman düşünüyor olasın,» – diye yazıyordu Boston’dan Agron.

«Bundan bir yıl önce gönderdiğim mektubu aldığına çok sevindiğini bildirdiğin mektubunu, birkaç gün önce aldım.» – diye yazıyordu Berlin’ den Blerim…

… ve böylece sürüp gidiyordu.

Sessizlik. Yalnız yaşlı adamlar bahçede satranç oynuyorlardı. Küçük bir çocuk, alaca ineğini çayırda otlatıyor, bir adam tarladaki mısırları çapalıyor, bir ev kadını yayıkta süt dövüyordu, bir balıkçı balık avlıyordu. Oysa hiç kimse şarkı söylemiyordu. Düğünler hep güz mevsiminde yapılıyordu. Bunun dışında, sürekli olarak sanki garip bir sessizlik hâkimdi ve sanki kulaklarım ve duygularım bu sessizliğe alışmaya, ruhum ve bedenim bu sessizliği aramaya başlamıştı… Ama, hayır, neler de saçmalıyorum. Belki de şu anda, yalnız başına olduğum için böyle düşünüyorum. Ya uzaklara, gurbete giden arkadaşlarım. Belki de duygularım köreldi ve gerçekten bilmiyorum, bu sessizlik hoşuma gidiyor mu? Hayır. Hoşuma gitmiyor. Yanımda arkadaşlarım olsalardı, daha iyi olurdu. Kentin caddelerine ve köyün sokaklarına çıkıp, ellerinde gitarla, gölün kenarında: «Ah, sen caddeye çıkanda, yüreğim aşkınla coşan da…» şarkısını söyleselerdi, daha iyi olurdu. Ve bir zamanlar bizim arkadaşların söylediği bu şarkıyı söyleyerek, göl kenarı boyunca uzanan bulvarda yürürken, delikanlı olarak yüreğimizi kor gibi yakan onun yüzünü, Vjollca’nın yüzünü düşünmek isterdim. Bir zamanlar Vjollca köyün çayırında sekerken de kalbimizi kor gibi yakardı. O tarihler pek öyle geride kalmamıştı. Ama artık, Vjollca yok. Yitip gitti bir yere, nereye gittiğini söylemeden. Nerede olduğunu da bilmiyoruz. Agron’dan Blerim’den ve Sgim’den arada bir aldığım mektuplardan Vjollca hakkında bir şeyler öğrenmeye can atıyorum. Fakat ondan söz eden yok.

Bari, keşke yağmur yağsa da garip bir şekilde uyuklamakta olan şu gölün sessizliği bozulsa. Keşke Agim geri dönse de, Vjollca’nın bir zamanlar bizim kentin bulvarında dolaştığı gibi, dünyada bir yerde dolaştığını söylese. Bari, keşke sokak üzerinde bulunan evlerden birinin bir penceresi kapansa. Keşke bir şeyler olsa,

Sadece, sessizlik içinde olmasa…

Resul ŞABANİ,  Çağdaş Arnavut Hikâyeleri Antolojisi, S.289

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler