0

Yurdundan ayrı olmanın kahrını duya duya, kim bilir kaçıncı gurbet akşamlarından birini daha yaşıyor. Hanidir eline gözüne, aklına gönlüne bir yalnızlık duygusudur sinmiş, baştan ayağa, bütün hücrelerine çöreklenmişti. Çalıştığı bu yabancı kasabada, üç beş tanıdığının dışında, hemen hiç kimsesi yoktu. Tanıdıklarıyla da, dilediği anlarda konuşup görüşmesi yasaklanmıştı. Hoş, günleri de saat dilimlerine göre ayarlıydı. Belli saatlerde yola çıkacak, otobüse binecek, dakika sektirmeden iş yerine varacak, bütün gün çalıştıktan sonra, aynı otobüsle geri dönecek, evim diye benimsemeye başladığı daracık odasına, hiç kimseyi rahatsız etmeden çıkacaktı.

Yeni çevresindeki konuşulan dili de bilmiyordu. Nedense öğrenmeye de gönlü yoktu. Bu yüzden hemen hiç kimseyle konuşamıyor, düşünüyor, düşünüyordu. Çok kere gözü açık, fakat rüyâda gibi yaşıyordu.

 – Adam sen de! diyordu.  Gâvurun kölesi olduksa, dilini de mi öğreneceğiz? Aman, ne dil ya! Na’lı, ya’lı, tank’lı kaba bir dil. Ne işe yarar, ha? Kaş göz yarmaktan, kulak tırmalamaktan başka? Ah, benim dilim! Ana dilim! Senin kıymetini gurbet ellerde değil de, anayurtta bir anlayabilsek! Gâvur ellerinde ne işimiz olurdu?

 “Anayurt” dedikçe, aklına ülkesi düşerdi. Kuzeyinden, güneyinden, batısından denizle kucak kucağa olan, mor sümbüllü, oylum oylum nergis kokularıyla bezenmiş bağları, yalçın dağları, güneşin doğup batmadığı geniş ovaları, zümrüt yeşiliyle kuşanmış yurduyla oyalanır, avunmaya çalışırdı. Çocukluk arkadaşları çıkagelir, onlarla oyunların en tatlılarına başlardı. Davar peşinde koşar, dal sıyırır, ot yolar, dağ dağ alaz hazırlardı. Öteden beri oyunu sever, çalışmaktan yılmazdı. Güze doğru günler kısalmaya, sıcaklar azalmaya başlayınca kurulan kasaba panayırına babasıyla birlikte giderdi. Şose yolu emektâr otobüsle aşarlardı. Atlıkarıncaya binerler, yer içerler, bir güzel eğlenirlerdi.

Ahmet, panayır kapısındaki şebeğe dalar, onun bütün hareketlerini gözden kaçırmamağa çalışırdı. Tam bu sırada babası, koluna yapışır, çekiştirir:

 – Haydi oğlum, Ahmet! Yetişir gayri! derdi.

Otobüs… Hay Allah, otobüs ya!

Nereden nereye?

Anayurttan yaban ele!

Emektâr otobüsten servis otobüsüne!

İkisinde de, adamın yüreğini kımıl kımıl oynatan duygular. İlkinde çocukluğa duyulan özlem, ikincisinde gönle dolan sevda ışıkları parlıyor.

Ahmet, ilk defa otobüsten inerken görmüştü onu. Yeşil gözlerine mi, siyah, uzun saçlarına mı ne, yüreği kaynamış, geceleri uyuyamaz olmuştu. İlktir gönlü bir hoş oluyor, saat dilimlerini iple çekiyor, tekrar tekrar onu görmek istiyordu. Yabanın gülü, ne kadar da çekiciydi? Sanki o da, Ahmet’in duygularını okuyor, arada bir, ceylan gözlerini onunkilere doğru çeviriyor, uzun zaman öylece kalıyordu.
Ahmet yangın, çaresiz, tedirgin!
Yaban gülünün gözleri daha yeşil, daha davetkâr. Gülüyor, süzüyor, haydi gel diyor.
Türlü duygular içinde kıvranmak, çaresizlik ateşleriyle yanmak, zor şey! Hele, böyle zamanlarda, bir türlü gece bitip, sabah olmuyor. Daracık odasının dökülmüş sıvalarına baka baka sabahı bulan Ahmet, uyur uyanık bir ruh hali içinde kalktı, günlük tıraşını oldu. Acele fakat dikkatlice giyindi. Sessizce sokağa indi. Sokak, akşamdan kalma bir sarhoşluğun sakinliği içindeydi. Gökyüzünde sarımsı bir sabah aydınlığı var.

Ahmet hem yürüyor, hem kendi kendini kuruyordu. Anadolu panayırlarındaki kasnakçı kızlara benzeyen, benzeyen ne kelime, onlardan çok daha güzel, daha can yakıcı olan, adamın yüreğini oynatan bu yaban gülüne nasıl yaklaşacaktı? Tarzancayla mı? İmkânsız! Kaş yapayım derken göz çıkarır, belki olmuş meyveyi çürütürdü. Aslında duyguları işaretle anlatmak, güç bir sanat. O, ancak tiyatrocuların işi, değil mi?

Gökyüzündeki sarımsı aydınlık büyüdü, açıldı. Sabah oldu.
Otobüste yine duyulan, fakat açığa vurulmayan duygular. Göz göze gelmeler. Bakışıp gülümsemeler. Sonra gün boyu katlanılacak olan makine sesleri. İşte, hepsi bu kadar! Yürekte büyüyen, kabaran, okyanus girdaplarını andıran duygular da işin cabası.

– Tuh bana! dedi Ahmet. Nasıl da şimdiye kadar düşünemedim? Elbette yaban gülüne, yaban diliyle seslenecek, gönlünü alacaksın. Tanışıp anlaşacaksın. Sonrasına Allah kerim! Sonrası, nasıl olsa, olur!

Ahmet, düşündüğünü yaptı. Bir kitapçıya girdi. Yabancılar için basit konuşma kurallarını öğreten el kitaplarından birini aldı. Evirip çevirip karıştırdı. Kendince yeterli gördüğü cümlecikleri öğrendi. Cesaretinin artar gibi olduğunu gördü.

Bir gün otobüste, yaban gülüne sokuldu. Fıkır fıkır kaynayan ceylan gözlerinin içine baka baka:

 – Günaydın! dedi.
 – Günaydın!
 – Oturabilir miyim?
 – Elbette!
 – Cesaretimi hoş görünüz. Günlerdir içimi yakan bir duyguyu size söylemeden yapamayacağım.
 – Bekliyorum. Nedir o?
 – Sizi seviyorum!
 – Ben de! Lâkin…
 – Lâkin?
 – Ben, Türk’üm! Ancak bir Türk’ü sevebilirim.

   Ahmet’te şafak attı. Güldü,
– Vay bana, be! dedi. Sana olan duygularımı anadilimle söyleyemedim. Herhalde bunun acısını ömrüm boyunca unutamam. Vay bana!

 Sonraki konuşmalarını anadilleriyle sürdürdüler.

Oyhan Hasan Bıldırki

Leave a Comment

İlgili İçerikler