0

 

Bir sabah berbat bir koku ile uyandı. Burun deliklerini yırtarak insanın beynini dolan nemrudî bir koku. Çürümüş et kokusu ya da lağım patlamış gibi bir şey. Yüzünü ekşite ekşite doğruldu yatağından. Burnundan ziyade ağzıyla nefes almaya çalıştı. Kokunun kaynağını düşündü. Nerden gelebilirdi? Akşam kocası çöpü dökmemiş miydi acaba? Burnunu geceliğinin eteği ile tutarak mutfağa koştu. Her zaman olduğu gibi çöp kovası pırıl pırıl… Tek bir zeytin çekirdeği dahi yoktu içinde. Mutfak tezgâhının üstüne göz gezdirdi kabaca. Akşamdan kirli bir şeyler mi kalmıştı? Yok. Koku, mutfaktan geliyor olamazdı.

“Banyo!” dedi kesin… Küçük oğlan, klozete yine su dökmeyi unuttu. Oysa yüz sefer de tembihlemişti. İnadına aksini yapıyordu sanki. Koşar adım banyoya daldı. İğrenerek klozetin kapağını kaldırdı. Sonuç: hüsran! Çünkü klozet tertemiz… Yine de içi kanaat etmedi. Hem bu koku başka nereden gelebilirdi ki… Kesinlikle klozet. Klozeti temizlemek için üç şişe çamaşır suyu harcadı. Fırçanın, bezin ulaşamadığı en kuytu köşeleri kulak pamuğu ile temizledi. Yine içi rahat etmedi, çamaşır suyunu tuz ruhuyla karıştırıp bir daha temizledi. Başı döndü bir ara, bayılacak gibi oldu. Bir kâse yoğurt yedi. Sonra kaldığı yerden tekrar devam etti. Ellerinin derisi soyulmaya, nazik yerlerinden ince ince kanamaya başladı. Parmak uçları, ihtiyar yüzü gibi kırış kırış oldu. İyice yorulmuştu. Nihayet o lâin kokuyu boğazladığından emin oldu. Bunca emeğin bir sağlamasını yapmak istedi. Sabahtan beri ilk defa burnundan nefes aldı. Nefes aldı ama… Maalesef o lâin kokunun kaynağı klozet değilmiş. Sanki amonyak kokusunu bir nefeste içine çekmişti. Havada sadece o berbat kokunun hükmü sürüyordu.

“O zaman yatak odası!” dedi.

Gardırobunda ne var ne yok hepsini selelere doldurdu. Hatta baharda güzelce yıkayıp ütülediği, aralarına bolca naftalin serpiştirdiği kışlıkları bile ortaya döktü. Gelinlik zamanından kalma sandığını boşalttı. Yatakta çarşaf nevresim ne varsa çıkarıp çıkarıp attı. Perdeleri indirdi. Odada kumaş namına bir bıçak kesiğini saracak kadar bile bir şey bırakmadı. Renkli beyaz ayırmadan hepsini aceleyle çamaşır makinesine doldurdu. Çamaşır makinesi belki on devir doldu boşaldı. Buna da kanaat etmedi. Makineden çıkan çamaşırları büyücek bir leğende çiğnedi, çiğnedi. Yatak odasının mobilyalarını baştan aşağı ilaçlı sularla sildi. Yorulduğunu hissetti. Genleşti. Bir anlık dalgınlıkla burnundan nefes aldı. Birden bayılacak gibi oldu. Çünkü koku eskisinden daha yakıcı bir hal almıştı. Çamaşırlar onca yıkanmaya karşın renklerinden vazgeçmiş ama kokularından vazgeçmemişlerdi.

“Banyo değil, mutfak değil, yatak odası değil… Nereden geliyordu bu koku? Salon?” Yorgunluğunu birden unuttu. Büyük bir ümitle salona vardı. Belki kanepelerden birinin arkasında bir böcek ya da fare ölüsü… İğrendi. Kusacak gibi oldu. Kanepeleri yerlerinden tek tek çekti. Ahşap temizleyiciyle salonun parke döşemelerini tertemiz sildi. Camlara girişti sonra. Yorgunluktan, birkaç defa sendeledi, yedinci kattan düşecek gibi oldu. Toparladı tekrar. Vitrindeki kahve takımını çamaşır suyuna yatırdı. Kitaplığı boşalttı. Kitapları tek tek anti-bakteriyel bezlerle temizledi. Ne kadar fotoğraf çerçevesi varsa hepsini elden geçirdi. Bibloları tekrar tekrar sudan geçirdi.

İyice ağrımaya başlayan belini zorla doğrulttu ve kokuyu yoklamak için derin bir nefes aldı… Nefes almasıyla elini burnuna kapatması bir oldu. İrkildi birden. Elini burnuna biraz daha yapıştırdı. Koku, ellerinden geliyordu sanki. Evet, elleriydi bu pis kokunun kaynağı. Tekrar banyoya vardı. Ellerini defalarca sabunladı, defalarca duruladı. İki kalıp sabun harcadı. Orta büyüklükte bir köyün bir günde harcayacağı kadar da su…

Zaten onca kimyasalla sabahtan beri iyice tahriş olmuş eller her yerinden kanamaya başladı. Kanları görünce ellerinin iyice temizlendiğinden emin oldu ve musluğu dinlenmeye bıraktı. Kendinden emin bir vaziyette ellerini kokladı… Korkuyla gözleri açıldı. Koku eskisinden daha şiddetliydi. Bunca yıkamaya rağmen bu koku ellerinden geliyor olamazdı.

Büyük bir dehşete kapıldı. Parfüm ve kolonya geldi aklına. İki tüp oda parfümünü evin her yerine boca etti. Bir buçuk şişe kolonyayı sağa sola serpiştirdi. Yine olmadı, yine olmadı… O lâin koku bir buçuk şişe kolonyayı, bir dikişte yutuvermişti. Bu nemrudi koku, burun deliklerinden girerek beynini öyle kemiriyordu ki evde daha fazla duramadı. Kaçar gibi kendini sokağa attı.

Deliriyor muydu? Sokaklar, arabalar, insanlar… Aman Allah’ım her yerde aynı berbat koku!… Bir gölge gibi takip ediyor kendini. Şehir, sanki bu iğrenç kokunun kaynağı kocaman bir böcek ölüsü… İnsanlar da bu böcek ölüsüne üşüşmüş karıncalar.

Yorgundu, daha fazla yürüyemedi. Salkımsöğütlerin gölgelediği bir çay bahçesine sığındı. Garson burnunu tutarak yaklaştı yanına.

“Su!” dedi, “Bir bardak su.”

Garson burnunu tutarak suyu getirdi. Koşar adım uzaklaştı tekrar. Sudan bir yudum almasıyla feryadı basması bir oldu. Birden bütün gözler ona yöneldi. Su da kokmuştu. Daha fazla sığamadı sokaklara. Tekrar evine döndü. Koku o raddeye ulaşmıştı ki daha kapıyı açmadan anahtar deliğinden karşıladı onu.

Bitkin bir vaziyette yığıldı salonun yüzüne. Kokunun verdiği çaresizlik içinde çığlıklar atmaya başladı. Ağzına köpükler yığılmaya, sara hastası gibi yerlerde kıvranmaya başladı. Saçlarını yumak yumak yolup sağa sola savuruyordu. Sanki kokuyu üzerinden sıyıracakmış gibi tırnaklarıyla yüzünü, gövdesini yırtıyordu. Kokunun verdiği acıdan vücuduna verdiği zararın acısını hissetmiyordu bile. Gözyaşlarıyla beraber koku da şiddetleniyordu. Koku arttıkça çekilen azap da katbekat artıyordu.

Olan oldu. Bu acıya daha fazla dayanamadı. Olanca tiksintiyle öyle bir öğürdü ki, kalbini kustu ağzından… Rahatladı, belli belirsiz tebessüm etti. Burnuna bir yerlerden bahar kokusuyla karışık amonyak kokusu gelmeye başladı.

 

Mustafa SOYUER

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler