0

 

On dört dersten bitirme sınavına girecektin. Sömestri karnende bunun onu bir, biri üç, ikisi beş, biri de altıydı.

Betül Hoca, “Bak İlyas” dedi sana, “ya doğrudan mezun olursun, hemen ataman yapılır, ya da eylüle kalırsın, ocağı şubatı beklersin.”

Diplomayı hak eder etmez işe başlamak çok güzel olacaktı kuşkusuz, ama her şey bitirme sınavına bağlıydı ne var ki. Sınavda en az beş alman gerekecekti, ancak karne notuyla birlikte ortalama dört buçuğun altına düşmemek koşuluyla.

“Tamam, hocam.” dedin.

Sınavda, bir olan on bir ders en az sekiz, üç olan altı ve diğerleri de beş isterdi senden. Hayali bile zordu, ama bir haftadan bu yana kurduğun tasar, acayip bir düş de olsa deneyecektin, değil mi İlyas?

Betül Hoca, “Bana kalırsa doğrudan bitirmen gerek…” diyordu.

Sınav, bir ay sürecekti. Aynı güne iki ders konmayacağını söylemişti eğitim şefi İbrahim Kıraç. Bu da tasarına can suyu gibiydi ha, biliyorsun! Yıl boyu çektiğin sıkıntıyı altı yedi ay daha çekmemek demekti haziranda mezun olmak. Geçen yılsonunda bütünlemeye kalma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığın geometri dersini, yalandan hastalanıp revire yattığın üç günde yutup yaladığını anımsadın. Olası şu on bir ders için de, benzer bir didinmeyle aynı sonuca varabilirdin, değil mi?

“Ha, ne diyorsun İlyas?” diye soran hoca, açık seçik bir karar bekliyordu senden.

Gözkapaklarında tasarın, başını kaldırdın, Betül Hoca’ya minnetle baktın, “Deneyeceğim hocam.”

Betül’ün gözleri, yukarıya doğru kıvrılmış ense tüylerine takıldı bir an. Alın çizgilerini çözmeye, bakışlarını anlamaya çalışırken bir yandan da kılık kıyafet yoklamasında karşısına dikilen uzunca saçların canlanıverdi gözkapaklarında. Coğrafyacı Hilmi, makası şakaklarına doğru uzatırken tutuvermişti elini. Sana dönüp ‘yarına tıraş olmanı’ istemişti anımsarsan. Başını eğmiş ve susmuştun yalnızca. Sonraki gündeki derse makineye vurulmuş başınla, dımdızlak gelmiştin. Bir başkaldırma ya da bir alay mıydı bu İlyas? ‘Öyleyse, işte böyle’ mi demek istemiştin, ha? Susma ama… Betül Hoca, kendini zor tutmuştu ders boyu. Teneffüs zili çaldığı an eliyle ‘gel’ işareti yapmış, sonra ‘tıraş ol dediysek makineye mi vur dedik’ diye azarlamıştı seni. Gülüvermiştin İlyas, yine başını eğip. Sonra çeneni kaldırıp adeta fısıldamıştın hocaya, ‘en az üç dört ay rahat olacağını’. Hoca, koşar adım odasına çıkmıştı da senin haberin bile yoktu İlyas. Hâlâ kaygılı sesi yankılanıyordu kendi kulaklarında Betül’ün: “Aman Allah’ım ya aklıma gelen doğruysa…”

Hoca, dolaylı da olsa yine sordu: “Yani?”

“Ders çalışacak bir yer bulabilirsem…

Betül Hoca’nın sorumluluğundaki kayıtlar, kasım ayından beri sana beş kuruş havale gelmediğini gösteriyordu İlyas. Altı aydır senin beş paran yoktu yani. Baka kalmıştı hoca, ‘yazılı kâğıtlarını arkadaşlarından alıyordun olası, ya nasıl hamam yapıyordun be çocuk’ diye mırıldanırken. Müdürle çeliştiği okul hamamı çoktandır çalışmıyordu çünkü. Yatılı okumasan aç kalacağını, okulu bile terk edebileceğini düşündü Betül Hoca. Ya İlyas, bir bilsen… Hemen çağırtmıştı anımsarsan, kırmamaya özen göstererek küçük bir harçlık teklif etmişti sana. ‘Hocam’ demiştin İlyas, yine başını eğip, ‘teşekkür ederim, şimdilik ihtiyacım yok, ama gerekli olursa…’

Hoca, emin olmak için, “Sence olur mu bu iş?” dedi.

“Olur hocam. Eylüle kalmayacağımı düşünüyorum.”

“Söz mü?”

Bakıp utangaç utangaç gülümsedin İlyas, ama öyle kararlıydın ki! “Söz hocam!”

Betül Hoca’dan çıkar çıkmaz kendini sokağa attın. Fırsat buldukça yaptığın tek şeydi bu gerçi. Yürümek dinlenmekti, düşünmekti senin için. Çokça İsmet’le, Ercan’la çıkardınız, kışın bile açık kalan o çay bahçesine.

Çay bahçesi şehrin dışında sayılırdı, ancak pek uzak da değildi. İki yanı taş yapılarla sarılı caddeyi geçtin. Baklavacı köşesini döndün, Alleben’e doğru yürüdün. Aklından geçerken ayakların da alıp giriş kapısına kadar getirmişti seni İlyas. İçeriye şöyle bir baktın, adeta bomboştu. Vakit ikindiydi ve ‘müşteriler gitmiş olmalı’ diye düşündün. Bir de akşamları dolup taştığını anımsadın bahçenin. ‘Vay be’ dedin içinden. Hızla kapıyı geçtin, ocağın bulunduğu kulübeye doğru koşar adım yürüdün.

Bahçe sahibi oturuyordu. Selam verdin, “Haluk Abi” dedin, “bana bir dakikanızı ayırabilir misiniz?”

Adam, ‘yanıma gel’ işareti yaptı gülümserken. Vardın, karşısına oturdun. Haluk, demir kırı kaşlarını kaldırdı, “De bakalım delikanlı.”

“Abi, ben öğretmen okulu öğrencisiyim.”

“Tamam, orasını biliyorum oğlum.”

İnsanı sıkan bir tavrı yoktu Haluk’un, babacan babacan bakıyordu sana İlyas. Köyündeki Sarı Salim gibi güleçti. Olası, benziyordu da az biraz. “Haluk Abi, pazartesi günü bizim bitirmeler başlayacak.”

“Çok güzel.”

“Şöyle… Sakin bir yerde ders çalışsam belki doğrudan bitirebilirim.”

Haluk merakla, “Yani?” dedi sana.

“Sabahleyin buraya gelsem, bir masada dersime çalışsam…”

Haluk, “Hım.” dedi, işaret parmağı ile çenesini kaşıdı, sonra ellerini masaya koydu, “Nasıl olacak bu iş?”

“Nasıl olacak abi… Sabahleyin sekiz, sekiz buçukta geleceğim, bir masaya oturacağım, akşamüzerine kadar çalışacağım. Ha! Günde bir bardaktan fazla çay içemem amma.”

Haluk, gülüverdi son sözüne, “Anladım.”

“Müsaade eder…”

Haluk, “Ulan çocuk!” dedi, “Mert birine benziyorsun. Tamam be!”

Olmayacak gibi zorlu bir isteğinin karşılandığını görünce gözlerin sulanır, burun direğin sızlamaya başlardı. Okulu kazandığını bildiren mektubu okurken, mülakattan sonra listede adını gördüğü sırada da böyle sulanıverdiğini anımsadın. “Sağ ol abi!”

Okula döndün, pazartesi günü sınava gireceğin ders kitabını, çalışma defterini, kalem, açacak, silgi aldın, bahçeye geri geldin.

Bahçe, küçücük bir koru gibiydi ve masaların çoğu da ağaç altındaydı. Önce salkım söğütlü olanı seçtin, olası müşterinin en çok istediği bir yerdi burası. Bir anda vazgeçtin, ta karşı köşede tek masalı yaşlı sakız ağacının altına geçtin, oturdun. Birinci konuyu açtın, daha sayfa bitmeden, notlarını almadan hoparlörden hafif bir müzik gelmeye başladı. Avni Anıl’ın son bestesiydi bu, Behiye Aksoy söylediği, yeni çıkan sevdiğin şarkı. Gülümsedin, şarkı biter bitmez yeniden kitaba gömüldün, yazdın çizdin, notlar aldın. Bir ara, başka bir şarkının eşliğinde gözlerini kapattın. Yazdığın notu satır satır anımsamaya çalıştın. Tümü, kesintisiz belleğindeydi. “Eğer” diye mırıldandın, “soruyla bağlantılı her ana başlığı aklıma böyle kazınırsa, olağan üstü bir şey olur yahu!” Öğrenmeye birden fazla duyu organı katıldığı zaman daha kalıcı olacağını eğitim psikolojisinden biliyordun zaten. Müzik dersten, kitaptan çok farklı bir gerçeklikti, ‘acaba kulakla belleğin işbirliğine bir katkısı olabilir mi’ diye düşündün. Olmalıydı ama…

Pazar günü müşteriler yığılmaya başlayınca az biraz tedirgin oldun, ancak bahçe daha o kadar sakindi ki!

Çarşamba sınavına da bu bahçede hazırlandın. Perşembe günü, pazartesi girdiğin dersin sonuçları açıklandı. Olağan üstü bir nottu aldığın: On.

O günden sonra daha bir sarıldın derslere İlyas, daha bir umutlandın, daha bir şaşırtıcı notlar gelmeye başladı, art arda. Son sınavda resim hocan Gülten Hanım, fazla tablon ve işin olmamasına karşın başarılı ve yetenekli bir öğrenci olduğunu fısıldadı sınav komisyonuna, biliyor musun? Az önce bitirdiğin ıslak suluboya ile diğer yağlıboya çalışmalarını zevkle izledi hocalar. Bir tek işin vardı İlyas, o kireç taşı büst, Gülten Hoca’nın başının tıpatıp aynısı olan…

Artık sınav bitmişti ve hafta sonu mezuniyet balosu yapılacaktı. Diplomaya hak kazanan ya da eylüle kalan herkes hararetle hazırlık yapıyordu.

Hademe Kasım Efendi geldi, Betül Hoca seni istiyormuş.

Hemen, kalkıp hocanın karşısına dikildin.

Hoca, bir yandan gülümserken bir yandan , “Ulan!” diye bağırdı sana, “Gelmiş geçmiş en büyük enayi sensin!”

Şaşkın şaplak, “Niye hocam?” dedin.

“Biliyorsun, Nevin Akkaya birincilikle mezun oldu.”

“…”

“Bitirme sınavı not ortalaması dokuz nokta altı.”

“Evet hocam.”

“Senin kaç, biliyor musun deli?”

“…”

“Dokuz nokta sekiz!”

“…”

“Dokuz nokta sekiz al, diplomanda orta yazsın. Söyle bakalım, enayi değil de nesin İlyas Öğretmen?”

Gülüştünüz. Hocaya teşekkür edip çıktın.

İstediğin olmuştu işte, kalanı teferruattı, değil mi İlyas? Betül Hoca bile seni şimdiden öğretmen görüyordu, ama kutlayamayacağın bir başlangıç vardı önünde. Balo, doğru dürüst giysi isterdi, oysa iki kom gömlekle gaz yağıyla sile sürte rengi atmış bir tek pantolonun, altı delik deşik bir ayakkabın vardı. Herkes gıcır gıcır, allı pullu olacaktı. Oysa sen, bu salaş halinle koca salonda sırıtıp kalacaktın. Gerçi utanmazdın, kızmazdın, ancak son kutlamada alay konusu olmak da istemezdin. Aşağılanmak da önemsizdi sana, yükseklerde uçmuyordun ki sözüm ona aşağılara konasın, ama arkadaşların ömür boyu böyle anımsayacaklardı seni deli İlyas! İşte, buna gönlün razı olamazdı. Hele Ali’nin cicili bicili giyimine, pekmezli ballı sözlerine kapılıp sözünü geri alan aptal Asiye’ ye hiç de böyle bir anı bırakamazdın…

Çay bahçesine ödeme yapmak için Betül Hoca’dan aldığın on lira cebindeydi. Haluk, ‘borcun morcun yok’ demişti, uzattığında. Sınavı geçtiğini duyunca da evladı gibi şapır şupur öpmüştü seni. Bu para, olası bir gömlek alırdı, ama ayakkabının yanına bile yaklaşamazdın İlyas.

Akşama doğru salon dolmaya başladı.

Çıktın, doğruca karşı koca taş yapıya gittin. Kapı açıktı ve iri iri fıçılar diziliydi içeride. Selam verdin tezgâhtaki Dede sanı taktığınız aksakallı adama. İçinden geçen binlikti ve ederi bir liraydı. Daha tütün, kibrit, leblebi falan gerekti İlyas. Kesinkes bir buçuk lirayı geçerdi hesabı. Memlekete otobüs dokuz liraydı ama… Yarımlık elli kuruştu, diğerleri de elli tuttu. Dede’ye teşekkür ettin, gazeteye sarılı paketi aldın, bahçeye geldin. Bir köşen vardı ta geldiğin günlerden beri, bazen İsmet ve Ercan’la da paylaştığınız yer. Vardın, oturdun. Sırtını koca akasyanın gövdesine dayadın. Ayaklarını uzattın, keyifle. Paketi çözdün. Tütünün ağzını açtın, birkaç sigara sardın ve gazetenin üstüne dizdin. Leblebi torbasının ağzını büzdün. Şişenin mantarını ısırıp çektin ve tükürdün. Başına diktin ve bir yudum aldın. “Hım!” dedin, “Çok güzelmiş yahu!” Salonda dans müziği çalmaya başladı. “Ey İlyas!” dedin, ellerini göğe kaldırıp, “Öğretmen oldun artık. Kutlu olsun.” Bahçeye sızan ölgün ışığın alaca karanlığında sigaranın birini yaktın ve derin derin somurdun deli oğlan. Üç yılda biriken acı tatlı anıların, bir rüya gibi başlayıp bugüne değin kör topal gelen yaşantın dudaklarından ılık ılık akmaya, yıldızlara doğru tel tel savrulmaya başladı, biliyor musun…

 

Şaban Şimşek

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler