0

 

     Nefes nefese kalmış kalbi bir yere çökmenin verdiği rahatlığın hazzını yaşarken yaprakları dökülmüş ağaçlara bakıp yaşlılığın ne demek olduğunu iyice anlamaya çalışıyordu. Hangi vakitte yeşereceklerini ve döküleceklerini anlayan bilge ağaçlara uzun uzun baktı. Sonra gözleri güneşin ışıklarıyla kısıldı.

Dışarıda insanın yüzünü delip geçen bir ayaz vardı. Güneş, yeni doğmuş bir çocuk gibi bütün çıplaklığıyla gökyüzünü süslerken ayazın yakıcılığına savunmasız teslim olmuştu. Alışmaya çalıştığı yeni bastonuyla yerlere dökülen yaprakları aralayarak ilerliyordu. Her zaman uğradığı kahvehanenin dışına gelişi güzel yerleştirilmiş tahta sehpalardan birinin kenarında duran iskemleye çöktü. Bastonunu hemen yanında duran diğer bir iskemleye dayadıktan sonra neredeyse tarih olmuş ekose desenli mendilini cebinden çıkarıp açılmış alnına doğru inen terlerini silmeye başladı. Mendili tekrar katlayıp cebine koyduğunda yaşlılığın tam da o andaki hali gibi olduğunu düşündü. Yaşlılık; soğukta terlemek, düz yolda yürüyememekti.

     Nefes nefese kalmış kalbi bir yere çökmenin verdiği rahatlığın hazzını yaşarken yaprakları dökülmüş ağaçlara bakıp yaşlılığın ne demek olduğunu iyice anlamaya çalışıyordu. Hangi vakitte yeşereceklerini ve döküleceklerini anlayan bilge ağaçlara uzun uzun baktı. Sonra gözleri güneşin ışıklarıyla kısıldı. Üzerine yorgunluğun verdiği tatlı bir uyku hali çökmüştü. Uyuklamamakta ısrarlıydı çünkü aylar var ki, içini yiyip kemiren bir can sıkıntısına teslim olmuştu.

     Üç ay önce zamanın gerisinde kaldığını anlamış ve emekliliğin tadını çıkartmak bahanesiyle dilekçesini müdüre uzatıp “Ben emekli olmak istiyorum sayın müdürüm!” demişti. Hemen ardından da müdürün gözlerinin içine bakıp alay eder gibi “arz ederim!” diye eklemişti. Balta girmemiş bir orman gibi bir beyne sahip olan müdür, dilekçeyi eline alıp şöyle bir evirip çevirdikten sonra “Bizim için uygundur Rıza Bey!” demiş ve ince dolma kalemle dilekçeyi imzalamıştı.

     Dolu dolu otuz yılını verdiği kütüphaneden artık feragat etme zamanıydı. İyice yaşlanmış, yeni gelen genç çalışanlar arasında alay konusu olmaktan yorulmuştu. Eski müdürünün tayini çıkıp gidince yerine gelen yeni müdüre alışamamıştı. Yeni müdür, talimatı bir veren ama pir veren biriydi. Adını seslendiği personel, tıpkı Pavlov’un köpeği gibi hemen salyasını akıtarak alelacele müdürün odasına girerdi. Rıza Bey ise yeni memurlara hiç benzemezdi. Müdür, Rıza Bey’i odasına isterse, Rıza Bey hiç acele etmezdi. Sükûnetini bozmadan elindeki işi bitirir, dinlenir, hatta üzerine de bir çay içerdi. Rıza Bey’i odasına bekleyen Müdür, onun bu rahat tavrı karşısında çılgına döner, herkesin içinde ağzına geleni söylerdi. Bunca yılın kütüphanecisini çalıştığına, çalışacağına pişman ederdi.

     Oysa Rıza Bey, otuz yılını bu kütüphaneye vermekle bir bakıma oranın onursal müdürü olmuştu. Kütüphanenin bahçesine diktiği kiraz ağacı, oğlu Seyhan’la yaşıttı. Rıza Bey, kiraz ağacının her bahar çiçeklenmesini otuz yıldır keyifle izlemişti. Bahçeye verdiği emek sadece bu ağaçtan ibaret değildi. Oraya defne ve bir kaç kavak da dikmişti. Ağaçlar, yıllar içinde göğe doğru büyüyerek dibinde gölgelenecek geniş alanlar oluşturmuştu. Pembe güller, karanfiller, fesleğenler ve her baharda köklerini yenilediği nice bahçe çiçekleri… Hepsinde Rıza Bey’in emeği vardı.

     Kütüphanenin girişini süsleyen demir kapının oymaları ne zaman eskise Rıza Bey boyardı. Tarihi binanın neresine bir çivi çakılacaksa Rıza Bey’e danışılırdı. Bu muhterem çalışan, depoda duran emektar alet çantasını açar, sakladığı çekiç ve çivilerle arızalı yerleri tamir ederdi. Hatta yıllar önce tuvaletten binaya lağım basmış, belediye ekipleri lağımı temizlemekte başarılı olamayınca Rıza Bey kollarını sıvayıp tuvaletin taşlarını yeniden örerek akan yeri onarmıştı.

     Kütüphanede sıralanan tozlu kitaplara gelince; onlar Rıza Bey için tutkulu bir aşktı. Kitaplara gözü gibi bakar, raflarda sıralanan bütün kitapların yerini bilir, kütüphaneye gelen okuyucuya istediği kitabı “şak!” diye çıkarıp önüne koyardı. Onun buraya verdiği önem, bir çalışandan ziyade babacan bir aile reisinin özeni ve sorumluluğuna benzerdi. Bazen üşenmeyip tatil günlerinde bile vaktini bu kütüphanenin soğuk koridorlarında geçirirdi. Dile kolay, tam otuz yıl aynı binada kalmak, yılın dört mevsimi burada yaşamak ve yaşlanmak…

     Ne var ki, değişen zamana ve yenilenen ekibe ayak uyduramayacağını anlayan Rıza Bey, hiç aklında yokken bir gün ansızın emekli olmak fikrine kapıldı. Ne gelen genç çalışanlar Rıza Bey’i anlayabiliyorlar ne de Rıza Bey bu gençleri anlamak için çaba sarf ediyordu. Zamanın farklı bir boyutuna düşmüş gibiydi. Yıllarını verdiği bu bina artık yaşlandığını ve işe yaramayan biri haline geldiğini yüzüne çarpıyordu. Artık anlamıştı ki, dün dün de kalmış, bugün ise tası tarağını toplaması gerektiğini yüzüne haykırır olmuştu. Eline aldığı her şey değişim içine girmişti.

     Büyük demirbaş defterleri gitmiş, yerine bilgisayarlar gelmişti. Yıllarını verdiği ciltçilik yerini son model ciltsiz kitaplara bırakmıştı. Üstelik yeni gelen müdür, binanın eski halini değiştirmişti. Çay ocağı, kitap rafları, çalışanların odaları bile bu değişimden nasibini almıştı. Eskiden alt katta olan çay ocağının üst kata taşınmasına alışamayan Rıza Bey, her seferinde eline bardağını alıp alt kata iner, kullanılmayan mutfağın kapalı kapısını görünce tekrar yukarı çıkardı. Oda değişiminden ilk nasiplenen Rıza Bey olmuştu. Bahçeye bakan aydınlık odası müdür tarafından değiştirilmiş, arka tarafta depoya bakan karanlık ve izbe bir odaya sürülmüştü. Rıza Bey bu duruma fena içerlemişti. Otuz yıldır aynı odada çalışan birine yapılan bu tepeden inme muamele, adamın kanayan yarasını daha da açmıştı. Her şey değişmişti. İşe gidip gelmek kâbus olmuştu.

     Değişim rüzgârları Rıza Bey’i emekli aşamasına getirdiğinde gönül dünyası büyük bir kırgınlık içindeydi. Dilekçesini verdiği ayın sonunda emekli olmuş, pılını pırtısını toplayıp müdüre selam çakmadan evin yolunu tutmuştu. Her şey bir yana, yıllarca gözü gibi baktığı kitapları arkasında bırakmak ona ölüm acısından beter gelmişti. İçi burkuluyor, o güzelim kitaplar aklına gelince çökmüş gözlerinden akan yaşlarına hâkim olamıyordu.

     Ayaz, hiç bir yumuşama belirtisi göstermemişken kahvehanenin 60 önündeki parkta güvercinlere yem satan yaşlı kadın Rıza Bey’e yaklaşıp seslendi: “Yem almaz mısın?” Rıza Bey anlamsız bir ifadeyle kadının yüzüne bakıp cevap verdi: “Ne diye iki avuç arpaya para vereceğim ki? ” Kadın: “Hayrına al bari, beyim! Tası 1 lira. Sayende güvercinlerin karnı doysun. ” “Yok, almam. Başka alıcı bul! Kanatlı bir yaratık benim gibi bastonlu bir yaratıktan karnını doyurma konusunda daha şanslıdır.”

     Rıza Bey’in bu sözü karşısında kadın ne diyeceğini bilemedi. Adam ne doğru bir söz söylemişti! Güvercinlerin beslenmek için kimseye ihtiyacı yoktu ama kadının beslenmesi ve hayatını devam ettirmesi için yem satmaya ihtiyacı vardı. Çünkü güvercinler kadının ekmek kapısıydı. Kadın, bu çok anlamlı sözler karşısında suskunluğunu koruyarak her zaman durduğu köşeye doğru gitti. Güvercinlerin konduğu avlunun o köşesine iskemlesini koyup tezgâhını açtı. Kadının uzaktan küçülen görüntüsünü izleyen Rıza Bey:

     “Ah şu kuşlar! Benden daha şanslılar. Baksanıza, bende değil kanat, yürüyecek ayak bile kalmadı!” diye söylendi.

     Elleri bastona sıkıca yapışmışken içini kemiren can sıkıntısından nasıl kurtulacağına dair fikir üretmeye başladı. Birazdan kahvehanenin emekli takımı gelecek, büyük bir ihtimalle kendi aralarında yaptıkları her zamanki tavla yarışına girişeceklerdi. İlk günler tavladan zevk alan Rıza Bey, geçen üç ay içinde bu oyundan da sıkılmıştı. “Zarı at, taşı ilerlet… Yensen ne, yenilsen ne? Altı üstü sıkıcı bir oyun…” diye düşündü. Peşinden “Hadi oyun oynamayayım da arkadaşlarla sohbet edeyim!” diye düşünmeye devam etti. Ne var ki, bu fikir tavla oynamaktan da beter geldi. Bu sefer komplo teorilerinden vatan millet meselelerine, dünyayı kurtaran bir avuç yaşlının masalımsı macerasına kadar farklı şeyler düşünmeye çalıştı. Yaşlı arkadaşlarının çocuklarıyla ve torunlarıyla düştüğü sıkıntıları dinlemek de istemiyordu.

     Aklında yalnızca kitapları vardı. Bir tek onlar yüreğini yeniden canlandırıyordu. Sadece okumak istiyordu. Biraz okumayı başarabilse mutluluğun ucunu yakalayabilecekti ama okuyamıyordu bir türlü. Gözleri geçen zamana dayanamamıştı. İlerleyen miyop, göz damarlarının küçülmesine sebep olmuştu. Bu yüzden çok istese bile yazıları seçmekte zorlanıyordu. Gözlükler ve geçirdiği göz ameliyatı da işe yaramamıştı. Yaşlılık tam da böyle bir şeydi işte… Okuyamamak, yıllarını verdiği en büyük zevkinden emekliye ayrılmaktı. İşine ve kitaplarına âşık bir adama böylesi ceza…

     Rıza Bey, kendisini gizliden gizliye emekliye zorlayan müdürüne içinden lanet yağdırırken sudan çıkmış balık gibi nereye tutunacağını bilemiyordu.

     “Acaba simit mi satsam?” Kendine sorduğu bu soru karşısında gülümsedi. “Hadi canım, sen ne anlarsın simit satmaktan! Oğlum Rıza, sen kim, simit satmak kim?”

     Bastonuna sıkı sıkı sarıldı. Oturduğu iskemlenin şeklini değiştirdi. “Acaba eve mi gitsem?” diye düşündü ama evde karısını, gelen giden komşuları hatırladı. “Ben bu akılla onlara da katlanamam!” diye mırıldandı.

     Kahvehane ahalisi gelmeden kalkması gerektiğini düşündü. Bastonunu eline aldı, bir hışımla kalktı iskemleden. Evine doğru  yol alırken aklına gelen ilk şey eski aile resimlerini elden geçirip bozulan çerçeveleri tamir etmek oldu.

     Bir kalabalığın içine girdi. Okul çıkışına rastlamıştı. Her yanı çocuklarla dolmuş, yaşlı bedeni üniformalı bu genç nesil içinde kaybolmuştu. Hızlıca yürümeye başladı. Hemen önünde kavga eden iki çocuğa gözü ilişti. Birbirine giren çocuklardan biri elindeki kitapları diğer çocuğun başına vurmaya başladı. Rıza Bey neye uğradığını şaşırmıştı. Böylesine bir saygısızlığı asla kaldıramazdı. Elindeki bastonunu havaya kaldırarak bağırmaya başladı. Elindeki kitapları diğer çocuğu vuran velet neye uğradığını anlayamamıştı. Bir anda karşısına yaşlı bir bunak çıkmış, elindeki bastonuyla gözdağı vermeye başlamıştı.

     “Sen de kimsin amca?” diye sorduğunda Rıza Bey, çocuğun eline baktı. Etraftaki kalabalık bir an için dövülen çocuğun dedesi ya da akrabası olduğunu sandılar ama Rıza Bey’in gözü kitaplardaydı. Çocuğun elindeki kitapları alıp onları düzeltmeye başladı. Çocuk dehşet içinde Rıza Bey’e bakıyordu.

     Rıza Bey: “Yapmayın! Kitaplara böyle davranmayın!” diye bağırmaya başladı. Çocuk: “Sen deli misin bey baba? Ben de bizi ayıracaksın sandım” dedi sırıtarak. Rıza Bey, kitapları elinde sıkıca tutuyordu. Kalabalıktan uğultulu bir kahkaha sesi yükseldi. Herkes Rıza Bey’e bakıyordu; o ise anlamsız gözlerle kalabalığa…

Serpil Tuncer

 
 

Leave a Comment

İlgili İçerikler