0

Gece boyunca inceden inceye atıştıran kar, sabaha karşı şiddetini iyice artırıp tipiye dönmüştü. Dizimize kadar gömüldüğümüz kar içinde yavaş yavaş ilerliyorduk. Omuzladığımız tabut kurşun gibi ağırlaşmış, kamçılı kış rüzgârına maruz kalan yüzümüzü, ellerimizi hissedemez olmuştuk. Savrulan karlar yüzünden nereye bastığımızı bilmez bir vaziyette camiye doğru yürüdük. Emanetimizi musalla taşına yerleştirdik. Kendimi bildim bileli elini bırakmadığım Çavuş dayımı yaşam yolculuğunun son kertesinde bir başına bırakamazdım. Yanı başına çömeldim. Keskin ayaza rağmen uzun, uzun sessizce hasbihal ettik… Diğerleri çoktan uhrevi dünyanın sıcaklığına sığınmışlardı. Seveni çoktu. Allah adamıydı, fakir dostuydu. Kaç kişiyi evlendirmiş, kaç kişiye aş, iş vermişti. Cami bunca soğuğa karşın sevenleriyle dolup taşmıştı. Öğle namazını eda eden tabutun başına toplandı,  safları birleştirerek…  

’’Sayısını unuttum bu kaçıncısıydı sevdiklerimi birer birer meçhule giden yolculuğa uğurlayışımın? Dedemi, babamı, amcamı, dayımı, halamı, teyzemi… Her eve çarpan,  her yüreğe habersizce ve erkenden gelen ölüm çaresizliğimi yine bir tokat gibi yüzüme vurmuştu. Tek başına, yüksüz gidilen göç zamanıydı, hayat kadar gerçek ve şahdamarımız kadar bize yakın olan ölüm. Dünya’ya gözümüzü açtığımız anda başlardı gidişi garantili, dönüşü meçhul ince-uzun tünelin ilk adımları… Ya! Demek sıra şimdi baba dostu, manevi babam bildiğim Sırrı dayımdaydı öyle mi? Ah! Dayım, ah! Hani sen korkardın karanlıktan, ‘’nefes alamam dar yerlerde oğul, yarım saatten fazla duramam kapalı yerde, iki gözüm’’ derdin ya hep. Halin nicedir Sırrı Çavuş’um? Vasiyetin vardı bana; ‘’Beni mezara sen koy, son toprağı sen at oğul.’’ demiştin ya, işte buradayım, yanı başındayım. Münasip olsa koyun koyuna yatardık senle. Ah! Keşke!’’ 

Desturu Pir! Sevgili komşular yine ikimizden bir canımız Hak’kın yürüyen kervanına katılmıştır. Bu canımızı ebedi yurduna koymak için burada toplanmış bulunmaktayız. Canlar, Hakk’a yürüyen Sırrı amcadan alacağı olan, çocuğu olmadığı için ailenin büyüğünden alabilir. Cenabi Allah, kul hakkıyla gelme diye buyuruyor, vereceği olanlar yine aile büyüğüne verebilir. Değerli canlar, yedi yerde komşuluk hakkı vardır, bu merhuma dünya haklarınızı helal ediyor musunuz? 

Helal olsun… Helal olsun…”  

Helal ediyor musunuz?”  

“Helal Olsun… Helal olsun…” 

Helal ediyor musunuz?” 

“Helal Olsun… Helali hoş olsun Sırrı dayım… Esas sen helal et hakkını…” 

“Helal olsun diyen diller, ağrı, acı görmesin. Cümle merhumlarımızın ruhları Şad mekânları cennet olsun inşallah… Allah taksiratını affetsin…” 

Âmin… Çavuş dayım… Âmin!” 

‘’Merhumu nasıl bilirdiniz?’’ 

‘’İyi bilirdik… İyi bilirdik… En iyi ben bilirdim… En iyi ben!” 

Şehrimizi hâkim bir tepeden seyreden, tarihe tanıklık yapmanın gurur ve azametiyle dimdik ayaktaki hisarın yer yer yıkılan burçları, güneşin ilk ışıklarıyla değerli bir yüzük kaşı gibi ışıldardı. Hisarın doğu etekleri kat kat düzenlenerek, çay bahçeleri ve mesire yerleri yapılmıştı. Çay bahçelerinin hemen bitimindeki yan yana evlerden birisiydi bizim evimiz. Hisarın altından şehri boydan boya kucaklayan ana cadde geçerdi. Bu caddeye bağlanan dar ve yokuş aşağı sokaklardan Kapan altı ve Bedestene ulaşılırdı. Kapan altı, üstü açık köylü pazarıydı. Günlük süt, yoğurt, kaymak, peynir, canlı küçükbaş ve kümes hayvanı satılırdı. Etrafta bir sürü dükkân bulunuyordu. Un, zahire, yağhane, nalbur, zirai tarım ilaçları, tarım aletlerini almak isteyenlerle dolup taşardı. Tarihi Bedestende ise her türü yaş meyve ve sebze satılırdı. Alınlıklı dört yüksek kapısı vardı, her cenahta. İçerisi her mevsim çok soğuk olurdu. Hisar üstü Caddesi’ne bağlanan yokuş aşağı, dar ara sokağın adı Sırlı bayırı idi. Bu sokakta saraç ve nalbant dükkânları vardı. Yokuşun bitiminde, Kapan altı ve Bedestenin bulunduğu düzlüğe açılan ara caddenin başında babamın büyücek bir esnaf kahvesi vardı. Üç katlı ahşap Rum evinin üst katının alt katlarıyla bağlantısı kesilmiş, dışarıdan merdiven yapılarak kahve haline getirilmişti. Üç etrafı cumbalıydı, kışın ısıtmak zor oluyordu ama müdavimlerin ‘’yüksek kahve’’ diye adlandırdıkları bu kahvede, yazın püfür püfür esen rüzgârın verdiği serinliğe koşan müşteriler hiç eksik olmazdı. Okuldan çıkar çıkmaz oraya giderdim. Annem sabahları sefer tasına iki kişilik yemek koyardı. Babam yemeğini yer fazlasını bana ayırırdı her zaman. Yemeğimi kaşıklar, çay ocağının yanı başındaki girintiye oturup tahta çantamın üzerinde ödevlerimi yapardım. Kahveyi kapatıncaya kadar fener elimde dükkânları dolaşır, kahvede ayak işlerine dönerdim… 

Evde söz arasında çok lafı geçerdi Sırrı Çavuş’un. Babamın askerlik arkadaşıymış, eski pehlivanlardanmış. Askerdeyken başına bir acayip bir hâl gelmiş, askerliği uzamış mı yoksa erken mi terhis olmuş bilmiyorum. Askerlikten sonra pehlivanlığı devam ettirmemiş, girdiği diğer işlerde de pek dikiş tutturamamış. Acayip hareketler,  asabi tikler edinmiş olarak gelmiş askerlikten… 

 Dokuz-on yaşlarındaydım, sanırım aralığın son haftasının cumartesisiydi. O zamanlar cumartesi günü öğleye kadar okula gidiyorduk. Okuldan gelince babam: 

‘’Yarın buraları şenlikli olur, sabah evde oyalanmadan hemen gel.’’ 

‘’Niye şenlikli olur baba?’’ diye sordum safça. 

‘’Pazar günü şehrimizde ilk kez deve güreşleri yapılacak, Sırrı Çavuş’ta cazgırlık yapacak oğlum. Süslenmiş develer şehir içinde gezdirilecek.’’ deyince sevinçten havalara uçtum. İlk defa deve görecektim.  Sabahı zor ettim. Öğleye doğru önce davul, zurnanın çaldığı zeybek havalarını duyduk, sonra develere takılan zil ve çan seslerini. Develerin süsleri görmeye değerdi. Kahvelerin önündeki kalabalıklar birden arttı. Deve güreşlerinin meraklıları, güreşecek develer hakkında hararetli konuşmalar yapmaya başladı. Başlarında köşeli kasket, boyunlarında poşu, ceket, külot pantolon ve körüklü çizmeli deve sahiplerini veya bunlar gibi giyinmiş güreş severler herkesin dikkatini çekiyordu. Öğrendiğime göre; güreş develerinin ismi, havut denilen semerin arkasına konulan süslü bir beze yazılırmış. Bu beze “peş” denirmiş. Geçekten de öyleydi. Aklımda kaldığı kadarıyla bazılarının adı şöyleydi: ‘’Karakuş, Sarı Zeybek, Efe, Civan, Barka Han, Armağan, Kara Bela’’ idi.  Bu isimlerin hepsinin altında Maşallah yazısı yazılıydı.  

‘’Baba,  hangisi Sırrı Çavuş?’’  

‘’Sırrı Çavuş, ‘Halı Gecesi’ hazırlığı yapıyor oğlum.’’ 

‘’O ne demek baba?’’ 

‘’Güreşten bir gece öncesinin akşamında deve sahipleri ile misafirlerin katıldığı, dostlukların pekiştirildiği bir “Halı Gecesi” düzenlenir. Bu bir çeşit tanışma gecesidir. Bu gecede yenilir, içilir, yöre türküleri söylenir. Zeybek oynanır, misafirler ağırlanır ve açık artırma ile halı satılır.’’ Babamın aniden parlama huyundan çekinip ‘’ben de geleyim mi?’’ diye soramadım. Olsun yarın erkenden deve güreşi seyretmeye gidecektik ya… 

Ertesi günü, sabahın erken saatlerinde halk akın akın güreş alanına gelmeye başladı. Bir kısmı güreşlerin yapıldığı sahada yer kapmaya, bir kısmı da güreş alanı dışında aileleriyle birlikte oturacağı yeri ayarlamaya başladı. Mangallar yakılıp yiyecekler açılmaya,  etler pişirilmeye başlandı. Saat dokuz-on civarında güreşlerin yapılacağı saha içi ve saha dışı tamamen güreş meraklılarıyla dolmuştu. Seyyar satıcılar da yerlerini almışlardır. Çeşitli yiyecekler, içecekler, hediyelik eşyalar tezgâhlara düzenli bir şekilde konmuştu. Bu arada davul ve zurnacılar nağmeye başladı,  aşka gelenler de zeybek oynadı. Bu curcuna devam ederken Sırrı Çavuş, hoparlörden güreşlerin başladığını, güreşecek develerin adları anons etti. Güreş öncesi talimatlar verdi. Önce Atatürk ve şehitlerimiz için saygı duruşu yapıldı. Sonra benim çok hoşuma giden bir dua okudu: 

Gediz’li hayatın hep gülme olsun / Ağlaman iyilikten olsun / Bu seneki deve güreşleri mutluluk versin / Gediz’imize hayırlı olsun.” 

Dua biter bitmez İstiklal Marşı başladı. Böylece bir beş dakika daha geçtikten sonra rakipleri ikişer ikişer arenaya davet etti.  Saha dışındaki hareketlilik ve canlılık bu sefer saha içine girmişti. Deve sahipleri sarvanlarıyla birlikte ağızları bağlanmış develerini getirdiler. Çekinerek ağızlarının niye bağlandığını sordum babama, kızınca rakiplerine tükürmemeleri içinmiş. Develer birer tur attılar. Sırrı Çavuş, develer için methiyeler düzmeye, kafiyeli şiirlerle güreşlere renk katmaya başladı: 

‘’Sabır selamet, güreş keramet /  Koca ağayla Yörük olsun Allah’a emanet / Askerin üstünde yeşil bir parka,  hoş geldin Bodrum’dan Selim Barka /  Söyleme arkadaş insanlara karşı yalan, Rakibiyle güreşmeye başladı bodrumdan Barka Han 

Nam kazanıyor bu sahada parayı basan / Şu anda rakibi yarım bağladı Balıkesir, Burhaniye’den çılgın Hasan.  

Girdin mi topluma söyleme insanlara karşı yalan / Rakibiyle güreşmeye başladı Pelit Köyden Mustafa’nın Armağan.  

Gözlerine çekmiş sürmeyle birlikte ela / Ayakkabılarına sürmüş cila / Sahaya çıktı Kumluca’dan Kara Bela.  

Atmıştım zarları düşürüyorum yeke  Saha ortasında güreşiyor Beypazarı’ndan Efe. 

Soruyorum sizlere, gördünüz mü böyle karakuş / Bu manileri sizlere takdim eden  Gediz’den Sırrı Çavuş…’’ 

Kimi develer sağdan, soldan ayak oyunları yaparak ya da rakiplerinin ayağına çelme takıp oturarak güreşti. Galip gelen develer gururla dört ayağını bir araya getirmek suretiyle böbürlenerek seyirciyi selamladı. Ödül olarak halısını alan sahayı terk etti.  Yenilen develer de mahcubiyet ve suskunluk vardı. On, on beş dakika da bitmişti güreşler. İlk defa babamla erkek erkeğe gittiğimiz deve güreşinde kendimi büyümüş, adam sınıfına girmiş gibi hissettim. Bundan sonraki deve güreşlerini kaçırmamaya gayret ettim… 

Güreş alanının hemen yakınındaki kahvede üçümüz birlikte oturduk. Kaderimizin aynı gün parlak ibrişimlerle bağlandığı o gönlü bol insanı çok sevmiştim. Laf arasında ‘’bana dayı de oğul’’ diye tembihledi. Böylece tanıştık babamın adını dilinden düşürmediği Sırrı Çavuş’la. Uzun boylu, iri cüsseli birisiydi. Ablak yüzlü, geniş alınlıydı. Çipil çipil bakan iri kahverengi gözlerine anlam katan kalın ve gür kaşları yüzüne sert bir ifade veriyordu. Saçları çok kısa kesilmiş, fırça gibi dik dikti. Benimle büyük adammışım gibi konuşuyordu. Şehrin eşraflarından zahire tüccarı Asım Efendi’nin oğluymuş, Sırrı dayı. Dedesi de amcası da pehlivanmış. Deste orta boy kategorisinde güreşiyor, yumuşak huyundan ötürü ‘’mülayim pehlivan’’ adıyla tanınıyormuş. Güreş anılarını anlatırken gözlerinin içi parladı, coştukça coştu. Davudi sesiyle -sonradan er meydanında okunan dua olduğunu öğrendiğim- duayı okumaya başladı: 

‘’Vatanımıza, milletimize, ordumuza, yurdumuza göz diken düşmanları taşlarız. Halkın inayetiyle besmeleyle bu gün güreşlere başlarız. Şarkı, türkü girerse besteye, gördüğünüz pehlivanlar güreş yapacaklar desteye. Pehlivan, pehlivan hoş geldiniz! Sefalar getirdiniz. Pirler meydanına şerefler getirdiniz. Hani Ali? Hani Veli?  Pirimiz, üstadımız hazret-i Hamza. Peygamberimiz Muhammed Mustafa. Allah… Allah… İllallah… Hep beraber alkışlarla diyelim maşallah… 

Birden Sırrı dayıya bir hâller oldu. Lakırdısını yarım bıraktı, alnında inceden bir ter belirdi. Yanakları pençe pençe kızardı. Sık, sık nefes alıp verirken, gözlerinin akına kadar sarardı. Sanki boğazını sarılan görünmez bir elin parmaklarını aralamaya çalışıyor gibi hareketler yaptı. Çevik adımlarla kahveden dışarı fırladı… Hem şaşırmış, hem de çok korkmuştum. Ne olduğunu sordum babama çarçabuk. ‘’Arada bir olur böyle, biraz sonra geçer.’’ diye cevapladı. Sırrı dayının ne gibi bir rahatsızlığı var diye düşündüğümü dün gibi hatırlıyorum. Bu sahneye çok defa yakinen şahit oldum ama o gün gördüklerim mıh gibi kazındı zihnime… 

Sırrı Dayı arada bir kahveye gelirdi. Kâğıt oyunlarıyla arası hoş değildi. Pek muhabbet etmezdi müdavimlerle. Başköşedeki sedire bağdaş kurar, sade kahvesini içip nargilesini bitirmeden kalkardı. Giderken bana mutlaka laf atar, başımı okşardı. Bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sorar, zorla elime para sıkıştırırdı. Ah! Çavuş Dayım… Ah! Bir sabah babam anneme, akşama Sırrı Çavuş’u yemeğe davet edeceğini kulak aşı pişirmesini söyledi. Konuşacak bir mevzuları varmış erkek erkeğe… Ne yalan söyleyeyim çok mutlu olmuştum, Çavuş dayımı göreceğim için. Çok sevdiği yemeği yapan anneme kaç kez teşekkür etti sayamadım. Karadutun altındaki masanın etrafına kurulup oturup saatlerce konuştular… 

Meğerse sermayesi Sırrı dayıdan, çalışması babamdan iş ortaklığı teklif etmiş babama. Deve çiftliği kuracaklarmış. Ben de liseden sonra baytar mektebine gidip bu işin ilmini öğrenecekmişim… Böylelikle karın tokluğuna çalıştığı kahveyi babam bir hafta, on gün içinde devretti. Sırrı dayının babasından kalma; nadasa bırakıla bırakıla iyice çoraklaşmış, taşlı tarlaları varmış, dönümünü hatırlamadığı. Birkaç ameleyle birlikte bir ay çalışıp düzlediler. Kısa sürede inşaat yükseldi ve bitirildi. Ahırların tavanları sekiz-on metre yüksekliğinde, kapılar ise altı-yedi metre genişliğinde, beş metre yüksekliğindeydi. Çiftliğin etrafı aralarında dökme çimento kalıplarıyla sağlamlaştırılmış dikenli tellerle çevrildi. Samanlığın bir bölümü saman balyalarıyla dolduruldu. Arpa, buğday, mısır unu çuvalları depoya konuldu. Nohut, akdarı, bakla, fasulye kırması dolu çuvallarla tuz blokları samanlığın diğer köşesine istif edildi. Tabelanın asılacağı gün benim de gelmemi istemiş Sırrı Dayı çiftliğe. Bana sürprizi varmış ince fikirli dayımın.  ‘’Hikmet Deve Yetiştirme Çiftliği’’ Tabelada ismimi görünce koşup boynuna sarılıp burnumu çeke çeke ağlamıştım. ‘’Burası senin geleceğin yeğenim, sahip çık ekmek teknene.’’ demişti…  Ah! Dayım ah! Sen çok çabuk vaz geçtin yiğidinin, merdinin belli olmadığı bu dünyadan… Senin işin bitmemişti daha. Hayata geçireceğin hayallerin tükenmemişti. Ne çok köşek bıraktın arkanda merhametli ellerinle okşanmayı bekleyen. Olmadı Çavuş dayım! Olmadı bu vakitsiz gidişin, olmadı hiç…’’ 

Bir sabah babamla, Sırrı Dayım Aydın’a deve getirmeye gittiler. Bir hafta sonra üstü kapalı iki kamyona yükledikleri henüz sütten kesilerek yavaş yavaş hamura alıştırılmış besrek ve maya köşeklerini getirdiler. Öyle sevimliydiler ki görmelere doyamıyordum. Okuldan arta kalan zamanımı çiftlikte geçiriyordum. Mevsimine göre hamurları babam hazırlıyor, ben yediriyordum… Kışın kar üzerinde talim yaptırıyorduk uzun, uzun… Hayvanlara karşı merhamet duymayan hiçbir işçiyi çiftlikte barındırmayan Sırrı dayının ağzından kaç kez duymuştum, “Develere karşı minnet duyuyorum.” cümlesini. Manasını bilmesem de aşırı sevgisiyle alakalı bir şey demek ki diye düşünmüştüm o zamanlar… 

Baytar mektebinden mezun olduğum yıl anlattı Sırrı dayım, develere karşı niçin minnet duyduğunun sebebini… Sırrı dayım askerdeyken,  sivil kıyafetlerle hafta sonu çarşı iznine çıkmış. Önce sinemaya, asker matinesine girip film seyretmiş. Daha sonra hiç bilmediği bu memlekette avare avare dolanıp durmuş, yorulmuş. Çay bahçesinin gölgelikli bir köşesine oturmuş, etrafına bakınıyormuş. Yanına düzgün giyimli iki kişi gelmiş, selam verip oturmuşlar. Yarenlik yapmaya başlamışlar. Oradan, buradan konuşurken laf mezar soygunculuğuna gelmiş, dayanmış. Sırrı Dayı hevesli hevesli sorular sorunca ağzındaki baklayı çıkarıvermişler. Meğer o gün Rum vatandaşlardan biri mezarlığa defnedilmiş. Mezarı açıp içine konulan değerli eşyaları alacaklarmış. Sırrı dayı asker olduğunu unutup nasıl olduysa rıza göstermiş bu işe…  

El, ayak çekilince üçü birden mezarlığa gitmişler. Mezarın üzerini kapatan kayrağı zorlaya zorlaya aralamışlar.  Birden silahlarını çekip mezarın içine girmesini istemişler Sırrı dayının. Öldürmekle tehdit etmişler, hasret kaldıkları yâdına düşünce göze alamamış ölümü. İtirazını, yalvarmasını dinlememişler bile. Mecbur kalmış girmeye. Kıymetli eşyaları alıp yukarıdakilerine vermiş, hızla çıkmaya yeltenmiş. Kayrağı kapatıvermişler üzerine… Feryadı duyulmayan, ahvali bilinmeyen dilsizlerin dünyasında kimse işitmemiş bağırmasını, ağlamasını, çığlıklarını… Koyun koyuna sabahlamış, cinsiyetini bile bilmediği mevtayla… Havasızlıktan, korkudan, feryat etmekten mecalsiz kalıp kendinden geçmek üzereyken kulağına çan sesleri gelmiş yakından. Can havliyle son kalan nefesini yardım istemekle tüketmiş… Mezarlığın kıyısından geçen deve kervanındaki birkaç deve sesten ürkünce kervanbaşı cılız nidaların yükseldiği mezara yaklaşıp seslenmiş:  

“Hortladın mı yoksa ey âdemoğlu?” 

“Ya! Sırrı Çavuş’um, Sırrı Dayım! Sen kalamazsın kapalı yerlerde. “Nefes alamam, darlanırım oğul!” Derdin ya hani…” Ah! Dayım ah! Sen sıranı çoktan savdın. Sıra bizde …” 

 

“Ey! Cemaat-i Müslimin buyurun: Niyet ettim Allah (C.C.) rızası için Sırrı amcanın cenaze namazına…” 

 Fatma Türkdoğan

 

  

 

 

 

 

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler