0

 

Vakit, gece yarısını geçmişti sanırım. Uykusuzluk gözlerime ve omuzlarıma binmeye başladı. Karım, başını çevirdi ve dudaklarını sıkarak gizlice esnedi. Yüzüme baksaydı, bana da bulaşacağına emindim esnemenin. Böyle durumlarında genellikle saate bakarız, ama aklımıza bile gelmedi. Bir ara ürperdiğimi duyumsadım, hava serinlemişti anlaşılan. Çocukların üstünü örttük. Bir iç itişiyle yatağımıza gittik. Yüz yüze kucaklaşarak yattık.

Evin önündeki parkın ağaçlarına kuşlar tünerdi. Çokça serçelerin cıvıltısıyla uyanırdık. Birkaç tane de Arap bülbülümüz vardı. Asıl günaydını onlar yapardı. Güneşin doğuşuna kadar öter de öterler ve sırayı kumrulara bırakırlardı. Onları kaçırmışım, kumru sesiyle uyandım. Yine beş zamanlı söylüyordu şarkılarını kumrular, art arda üç, artı iki zamanlı…

Karım çoktan kalkmıştı. Mutfaktan tıkırtılar geldiğine bakılırsa kahvaltı hazırlıyor olmalıydı. Battaniyeyi üstümden attım. Ekin, beşiğinde bacaklarını açmış sırt üstü, Ayhan ise kanepesinde bir kolunu altına almış yüzüstü uyuyorlardı. Bir çırpıda örtüyü dürdüm, kaldırdım, yüklüğü yerleştirdim. Yatağı düzelttim, pikeyi serdim. Ekin’in önüne çömeldim. Yavrum, o kadar saf ve masumdu ki!

Mutfağa geçtim. Karım dönüp gülümsedi. Göz torbaları belli belirsiz büyümüştü, ama yüzünde hoşnutluğun diriliği vardı. Varıp beline sarıldım ve dudaklarına küçücük bir öpücük kondurdum.

“Günaydın sevgilim.”

“Günaydın.”

Elif’in sesi, görüşe geldiğindeki gibi yılgın değil, cıvıl cıvıldı. Var mıdır bu âlemde insanın sevdiklerine kavuştuğu zaman duyduğu sevinçten daha büyük bir mutluluk? Ha, var mıdır?

Kahvaltı masası çoktan kurulmuştu ve Ekin’in maması da hazırdı. Daha bir buçuk saati vardı karımın. Birlikte yatak odasına gittik. Ekin uyanmış, beşikteki oyuncağı ile oynuyordu. Karım, ‘oğlumun oyunu çok sevdiğini’ söyledi, hiç bıkmıyormuş.

Ekin’i aldım, Ayhan’ın ayakucuna oturttum. Bağıra çağıra el çırpmaya başladık. Bunca şamataya kim dayanır? Ayhan, uyandı ve gelip boynuma sarıldı. O kadar duygulandım ki! Kendimi tutmasam, sevincimden kurtlar gibi uluyabilirdim. Çocukluğumdan bir anıydı bu kurt imgesi, bazı kış aylarında köpek havlamalarını bastırdığını anımsıyorum.

Ekin kucağımda, Ayhan’ın elini tuttum, doğru mutfağa geçtik, karım da arkamızdan.

Elif, Ekin’i aldı, “Ben mamasını yedirirken” dedi, “sen de çayları koyuver istersen. Ha, Ayhan hâlâ paşa içiyor!”

Ne zevkli şeydir şu paşa çayı! Çocukluğumun köy evinde konuklara sunulur, ancak bize yarım bardak da olsa verilmezdi nedense. Anımsarım, sözde bir karın sancısıdır tuttururdum ve annem bana da doldururdu, ama paşa usulü. Ayhan’ın de tadı damağında yer etmiş olmalıydı ki, hâlâ su koyduruyordu. Ekin’im, biraz daha büyüsün hele, uzun süre paşa içecekti çayını kesin…

Kahvaltıyı bitirdik. Oturma odasına geçtik. Karım, Ekin’i tuvalete götürdü. Meğer oğlum iki aydır çişini söylüyormuş. Yine burun direğime bir sızıdır saplandı, ne kadar da büyümüştü altı aylıkken bıraktığım oğlum Allah’ım!

Ayhan ellerini yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı. Kendi kendine önlüğünü giydi, çantasını hazırladı. Vardı, kardeşi ile oyuna oturdular.

Karım giyinip geldi, “Ekin’i Naile Bacı’ya bırakacağım.”

Hemen itiraz ettim. Oğluma ben bakabilirdim. Çocuk, emek vereni sever. Beni ne zaman sevecekti ayrı gayrı yaşarken? Biliyordum ki oğlumun algısında yarı yabancı biriydim. Bu kadar yakınlaşmasında, annesinden başka insanları fazlaca tanımış olmasının payı da vardı olası. Başka bir deyişle Ekin’im, annesi zorunlu kaldığı, başkalarına bıraktığı için soysaldı. Bana karşı yabancılık çekmemesi de bundandı herhâlde. Ellerini yüzünü temizleyerek, karnını doyurarak, altını temizleyerek, banyo yaptırarak, tatlı şeyler yedirerek, gezdirerek, oynayarak, ağlamasına, hırçınlıklarına katlanarak, düştüğü, bir yerleri ağrıdığı zaman kucaklayıp sıcaklığımı duyumsatarak oğlumun sevgisini kazanabilirdim yalnızca. Karım, ‘olmaz’ diyecekmiş gibi dudaklarını büzdü, birden vazgeçti ve gülümseyerek onayını verdi. Ayhan’ı de böyle büyütmemiş miydik? Müdürlerimizi bir biçimde ikna edip hep birimiz sabahçı, birimiz öğlenci olmadık mı? Dahası annem Ekin için yardıma geldiği halde yine farklı zamanlarda çalışmıyor muyduk? Mesleğime dönünceye kadar Ekin’im tam gün benimdi. Başka seçenekleri kabul edemeyeceğimi düşünüyordum, olası normal yaşama uyum sağlamamı da kolaylaştıracaktı bu kararım. Tezgâhı, aşağılanmayı, kırılan, darmadağın edilen onurumu bu yolla onarmaya çalışacaktım.

Annesi ile ağabeyi kapıdan çıkarlarken oğlum bir bana bir onlara bakıp önce huzursuzdandı, biraz mızırdandı, kucağıma alınca yanağını yüzüme dayadı ve arkalarından bakakaldı. Bir oh çektim, birinci basamağı çıkmış mıydım ne…

Doğru oyuncak kutusuna gittik. Fazla bir şeyler yoktu, ama oğlumun hemen el attığı çok renkli küpleri çıkardık. Sarının üstüne beyazı koydu, bana ‘nasıl, oldu mu’ diye baktı sözüm ona. Yeşil küpü uzattım, gülümseyerek aldı, diğerlerinin üstüne bıraktı. Bir iki dakika içinde kulemiz dikildi. Bir kalça geriye çekildi, eserine bir soluk baktı. Eğildi, sağ elini yana açtı, ortaya doğru bir şamar yapıştırdı. Kule, tıngır mıngır yıkıldı ve oğlum bana bakıp kahkahayı bastı. Kuleyi birkaç kere daha kurduk yıktık, birlikte kahkahalar attık. Sonunda Ekin sessizce başını eğdi ve durgunlaştı, ‘belli’ diye düşündüm, ‘usanmış olmalı.’ Başka oyuncaklara geçtik, bir süre daha oynadık. Oğlumu, bir ara yalnız bıraktım ve mutfağa geçip bir elma soydum. Dilimleyip tabağa koydum. Bir plastik oğlan çocuğunun saçlarını çekiştiriyordu Ekin. “Bak oğlum.” dedim, “Sana ne getirdim!”

Oğlum, başını kaldırdı ve gülümsedi. Çömeldim, elma diliminin birini ağzına uzattım. Yarısını ısırdı ve zevkle çiğneyip yuttu. Kalanı da yedirdim ve tabağı önüne koydum. Bir elinde oyuncak, diğerinde elma dilimi, oğlumu seyretmeye başladım. Ne kadar tatlı ve cana yakın bir duruşu vardı. Birden Ayhan’ımın bebeklikten çıkışı geldi aklıma. O da böyleydi, sıcacık ve içimi kaynatıveren…

Giysilerin yerinin değişip değişmediğine baktım. Karım hâlâ çocuklar için çekmeceleri kullanıyordu ve sağdaki grup Ekin’e aitti. Bir hırka aldım, oturma odasına geldim. Oğlumun önüne diz çöktüm, “Haydi tatlım” dedim, “gezmeye gideceğiz!”

Ekin kalktı, kanepenin kanadından sarkan şeyi çekti. Hiç fark etmemişim, incecik bir yelekti bu, olası gönüllü bakıcıları Naile Bacı’ya ya da Koca Anne’ye giderken giydiği. Elini uzattı, “Baba bak!” dedi.

Aman Allah’ım, yavrum ‘baba’ diyordu bana! Yine burun direğim sızlamaya başladı. Ey okur, var mıdır bu dünyada bundan büyük mutluluk?

 

Şaban Şimşek

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler