0

 

 

Toros dağlarının İç Anadolu’ya bakan bir yamacında…

Bir yaz günü…

 Bir kaplumbağa, güneş batmadan önce başını kabuğundan dışarı çıkarıp etrafı kolaçan etti. Karıncalar halen iş başındaydı. Yavaş yavaş ellerini ve ayaklarını kabuğundan dışarı çıkardı. Elleri ve ayakları uyuşmuş, karnı bir güzel acıkmıştı. Acelesi varmış gibi hemen en yakındaki bostana dalıp nar gibi kızarmış bir kavun yedi. Karnı doymuştu. Vakit çoktan gece yarısını geçmişti. Tatlı kavun onu susatmıştı. Yavaş yavaş bostan tarlasının yankındaki kuyu yalağından su içip yuvasına doğru yola koyuldu. Yuvasına vardığında etraf iyice aydınlanmıştı. “Yaşamak ne güzeldir. Uzun yaşamanınsa tadına doyum olmaz.” diye geçirdi içinden. Sabah sabah üstüne bir ağırlık çöktü. Karnı doymuş, kabuğu da yavaş yavaş yeni doğan güneşle ısınıyordu. Yavaş yavaş ellerini, ayaklarını ve başını kabuğuna sokup bir derin bir uykuya dalmak istedi. “Şu yamaçtaki üzüm bağına varıp bir iki salkım üzüm yemek vardı ama yaşlılık insanın elini kolunu bağlıyor azizim.” diye söylendi. Biraz sonra şeker gibi üzümlerin hayalini kura kura derin bir uykuya daldı.

Kaplumbağa yüz yaşını çoktan aşmıştı. Arkadaşları ve komşuları artık ona yaşlı gözü ile bakıyordu. Doğduğu günden beri bu civarda yaşıyordu arkadaşları ile. Başka bir yere gitme ihtiyacı hissetmemişti. Çünkü yaşadığı yerde yemek de çoktu, su da. Hem zaten yürümeyi de pek sevmiyordu. Annesi ona ne öğrettiyse onu biliyor ve onu yapıyordu. Karnı doyduktan sonra dünya umurunda olmazdı. Tarla sahipleri de bugüne kadar onun tavuğuna kışt bile dememişti. Kabuğu onu her türlü tehlikeden koruyordu. Onun için kabuğuna sokulduğunda kendini emniyette hissederdi. Ne kurttan, ne de tilkiden korkardı. Yalnız kartaldan ve ateşten yaman korkar. Yırtıcı bir kartal gördü mü hemen bir kovuğa saklanıp kabuğuna sokulurdu. Bazen kartal korkusundan günlerce saklandığı yerden çıkmazdı.

O henüz korkunun ne olduğunu bilmezden evvel küçük bir kaplumbağa iken alaca bir kartal genç annesini ayaklarının arasına alıp havalanmıştı. Yavru kaplumbağa annesini günlerce aradıysa da bulamadı. Annesine bir daha kavuşamayacağını düşündüğü bir gün bir kayanın üstünde bir kaplumbağa kabuğunun parçalarını gördü. Kabuğun çizgilerine baktığında bu kabukların annesine ait olduğunu anladı. Günlerce hatta haftalarca annesinin kabuğunun başında gözyaşı döktüyse de artık annesi ölmüştü. Annesi genç yaşta bu dünyaya veda etmişti. Daha sonra anladı ki kartallar av bulamadıklarında kaplumbağaları ayaklarının arasına alıp yükseliyor, sonra da aldıkları kaplumbağayı yüksekten bir kayanın üstüne bırakıyorlardı. Yüksek yerden düşen kaplumbağa sert kayanın üstünde paramparça oluyordu. Kartallar bu sayede karınlarını doyuruyorlardı. İşte kaplumbağa bundan dolayı kartallardan çok korkardı. Sonunun bir kayada parçalanmak olmaması için gündüz açık alanlarda dolaşmaktan ödü kopuyor, karşılaştığı kaplumbağalara da sürekli bunu tavsiye ederdi.

Kaplumbağa, bir yaz mevsiminde otların güneşten kavrulduğu bir öğlen vakti yiyecek ararken bulunduğu yamaçta bir ateş çıktı. Ateşin ne olduğunu bilmiyordu ama ateşin önünde koca koca ağaçların can verdiğine şahit olunca hemen kabuğuna sokuldu. Biraz sonra ateş onun olduğu yere de saldırmıştı. Kaplumbağa, ağaçların ve otların çatır çatır yandığını duyuyor ama “Allah bana sert mi sert bir kabuk nasip etti. Ben ağaç da değilim ot da. Kanadı olan bir kuş olmasam da kabuğu olan bir kaplumbağayım. Ateşin önünde hiçbir nesne duramaz derler ama ateşin yakamayacağı şeyler de vardır. Mesela taş, mesela toprak, ya da sert bir kaplumbağa kabuğu…” Kaplumbağa bunları düşünüp kendini avuturken ateş onun kabuğunu yalayıp geçti. Biraz sonra kaplumbağa sırtının haşlandığını anlayacaktı. Günlerce yuvasından bir yere kımıldayamadı. Yiyip içemediği için de iyice arıkladı. Bir deri bir kemik kaldı. Kaplumbağa o gün ateşi düşman belledi. Kabuğuna olan güvenin de sınırsız olmayacağını anladı. Şimdi kaplumbağa biliyordu ki kartal kabuğunu kırar, ateş ise yakardı.

Şimdiye kadar kaç tane dişi kaplumbağadan kaç tane çocuğu olduğunu kendisi bile bilmiyor. Yalnız yavru kaplumbağaların kabuk şekillerine bakıp çocuklarını tahmin etmeye çalışırdı.

O gün güneş son ışık damlaları ile dünyayı aydınlatırken kaplumbağa uyandı. Uykusunu almıştı. Önce etrafı dinledi. Etrafta ses seda yoktu. Yalnız karıncalar yine harıl harıl çalışıyordu. Kaplumbağa en çok yaz akşamlarını seviyordu. Çünkü akşamları kartallar yuvalarında tünerdi. Onun için bostanlarda, üzüm bağlarında ya da sebze bahçelerinde istediği gibi dolaşır, istediğini yerdi. Yuvasının yakınında da yalağı daima dolu, suyu buz gibi olan bir hayrat kuyusu vardı.

Karanlık bastırınca bir patika bulup yavaş yavaş bir sebze bahçesine gitti. Sebze bahçesi yeni sulanmıştı. Balçıklı yerlere basmamaya dikkat ederek istediği sebzeden yemeye başladı. Karnını iyice doyurdu. Şimdi yakın bir yerden sabah ezanını duyuyordu. Yavaş yavaş kuyu başına gidip su içti. Biraz sonra bir çakalın da su içmeye geldiğini gördü. Yaşından beklenmeyen bir çeviklikle kabuğuna sokuldu. Çakal kaplumbağadan bir av çıkmayacağını bildiğinden suyunu içip yoluna gitti. Kaplumbağa, çakalın ayak seslerinden uzaklaştığını bildiğinden alelacele yuvasına doğru yol aldı. Yuvasına gidinceye kadar sık sık çakalın onu takip edip etmediğini kontrol etti. Zira bu çakalların bin bir hilesi vardı.

Kaplumbağa yuvasına vardığında yaz güneşi ortalığı iyice ısıtmıştı. Yemeğini yiyip suyunu da içmişti. Sabah saatleri olmasına rağmen yine her günkü gibi uykusu gelmişti. Yine yamaçtaki üzüm bağına gözü takıldı. Şeker gibi tatlı üzümleri hayal edince ağzı sulandı. “Yarın mutlaka o üzümlerden yemeliyim, hem de çatlayıncaya kadar yemeliyim. Oraya kadar gitmek beni yoracak ama buna değer.” diye hırslandı.

Uzun yıllar önce tavşanların terk ettiği bu yuvaya yerleşmişti. Bu yuvayı sanki kendisi yapmış gibi seviyordu. Şimdi başı yuvanın ağzına dönük akşam yiyeceği üzümleri hayal ede ede derin bir uykuya daldı. Uyandığında ay tepede bir tepsi gibi parlıyordu. Kaplumbağa o gece ilk defa parlak ayı gördü. Aya biraz bakmak istedi ancak üzümler aklından çıkmıyordu. Yavaş yavaş yamacı tırmanırken az önce gördüğü tepsi gibi parlak ayı düşündü. İlk kez bu kadar güzel bir nesne görüyordu. Sonra “Ay bu kadar güzelse kim bilir gökyüzünün efendisi olan güneş ne kadar güzeldir. Yarın sabah ilk işim güneşi seyretmek olacak.” diye düşündü. Yolda birkaç defa dinlendikten sonra nihayet üzüm bağına yetişti. Kaybedecek zamanı yoktu. Ayın ışığı altında, bu serin yaz gecesinde şeker gibi üzümlerden çatlayıncaya kadar yedikten sonra önce kuyuya uğrayıp su içti sonra yuvasına doğru yavaş yavaş yürüdü. “Bugün de karnım doydu. Yemek yemek ne güzeldir.” diye söylendi. Güneş doğmak üzereyken yuvasına vardı. Bugün ilk defa güneşi görecekti. Onun için uyumayacaktı ama uykusu baskın geliyordu. Şimdi güneş doğudan doğarken kaplumbağa derin bir uykuya dalmıştı. Güneş batmak üzereyken kaplumbağa uyandı. Çok susadığını ve çok acıktığını hissetti. Yuvasından çıkacakken aklına çok merak ettiği güneş geldi ama açlık ve susuzluk ona güneşe bakmayı unutturdu. Kuyu başına varıp yalaktan su içince serinledi. Şimdi güneş batarken sebze bahçesine gidiyordu. Bugün canı lahana yemek istedi. Sebze bahçesinde lahana yerken yine parlak aya takıldı gözü. Şimdi lahana yapraklarını çiğnerken hayran hayran aya baktı. Yaşlı bir kaplumbağa olmasına rağmen dün gece ilk defa başını kaldırıp gökyüzüne bakmıştı. Parlak ay, sayısız küçüklü büyüklü yıldızlar… Bu ne muhteşem bir görüntüydü. “Neden daha önce bu muhteşem gökyüzüne bakmadım?” diye hayıflandı. “Acaba annem bana gökyüzüne bakmayı neden öğretmedi? diye düşündü. “Ya da annem öğretti de ben mi unuttum?” diye hafızasını yokladı. “Yok yok annem bana gökyüzüne bakmayı öğretmedi. Belli ki o da gökyüzünden habersiz yaşamış. Yazık ki annem bu muhteşem ay ve yıldızlarla dolu gökyüzüne bir defa bile bakmadan bu dünyadan göçüp gitti.” diye üzüldü. O an önündeki taze lahananın kokusu onu gökyüzünden çekip aldı. Kaplumbağanın iştahı kaçmıştı ama karnı doyuncaya kadar yedi. Karnı tıka basa doyunca kuyu yalağına uğrayıp buz gibi sudan içti. Aheste aheste yuvasına giderken ay ve yıldızlarla tezyin edilmiş gökyüzünü düşündü. Kaplumbağa yaşlı olmasına rağmen ilk defa yemek, içmek ve uyumak dışında bir şey düşünüyordu.  Şimdi içine bir kurt düşmüştü. Gökyüzündeki ay ve yıldızlar bu kadar güzelken kim bilir daha ne güzellikler vardı gökyüzünde ve yeryüzünde.

Şimdiye kadar kaç tane kaplumbağa ile karşılaşmıştı, onlarla sohbet etmişti ama tek bir tanesi bile ona ne gökyüzünden ne de ay ve yıldızlardan bahsetmişti. “Demek ki onlar da gökyüzünden ve gökyüzündeki ay ve yıldızlardan habersiz yaşıyor? Ne yazık!” dedi. Yuvasına varmıştı. Artık sabah olmak üzereydi. O gece hemen uyumadı. Ayı ve yıldızları uzun uzun izledikten sonra güneşin doğuşunu bekledi. Hayatı boyunca o gece ilk defa gökyüzüne uzun uzun bakıp güneşin doğuşunu bekledi. Gökyüzü yavaş yavaş aydınlanırken ay ve yıldızlar da yavaş yavaş kayboluyordu. Kaplumbağa bu duruma çok şaşırdı. Şimdi güneş bir daha doğudan doğuyordu. Gözleri kamaşsa da güneşe bakabiliyordu. Kaplumbağa ilk defa güneşi görüyordu. İlk defa onu ısıtan ve bütün dünyanın hayat kaynağını görüyordu. Uyku gözlerine hâkim olmak istiyordu ama o uykuya direndi. Güneşe ve onun aydınlattığı ağaçlara, tarlalara ve dağlara bakmak için yuvasından çıktı. “Ne güzel bir yerde yaşıyormuşum! diye söylendi ağlamaklı bir sesle.

-Evet güzel, hem de çok güzel bir yerde yaşıyorsun. diye bir ses ona cevap. Kaplumbağa etrafına bakındı. Ama etrafında onun sesine cevap verecek hiçbir canlı göremiyordu. Tekrar önündeki geniş ovaya baktı. Yaşlılıktan gözleri uzağı göremediği için çok üzüldü. “Kim bilir uzaklarda daha ne güzellikler var!” diye söylendi. “Evet kaplumbağa, hem burada hem de uzaklarda çok güzellik var!” diye bir ses onun sesine cevap verdi yine. Kaplumbağa kuşkulanmıştı. İlk defa bu tonda bir ses duyuyordu. Tekrar etrafına bakındı. Ama gözleri herhangi bir canlı görmüyordu. Canı sıkılmıştı. Yuvasına geri döndü. Başını yuvanın girişine çevirip önündeki yeşil ovaya bakarken yuvanın ağzına konmuş beyaz bir kelebeğin “Merhaba!” dediğini gördü. Bu az önceki sesti. Kaplumbağa şaşkın şaşkın beyaz kelebeğe baktı. İlk defa kaplumbağalardan başka bir canlının onunla konuştuğunu görüyordu. O da şaşkınlıkla “Merhaba!” dedi. Beyaz kelebek kaplumbağanın fal taşı gibi açılmış gözlerine bakıp:

-Az önce kendi kendinle konuşurken sesini duyup buraya kondum. Ne de güzel şeyler söylüyordun, dedi. Kaplumbağa, söylediklerinin bir kelebek tarafından beğenilmesinden memnun olmuştu. Kelebeği sevmişti. Onunla konuşmak istedi:

-Teşekkür ederim, kelebek. Tanışalım mı? dedi. Beyaz kelebeğin suskunluğunu görünce:

-Ben kaplumbağa ama biraz yaşlı bir kaplumbağayım, dedi. Beyaz kelebek, kaplumbağanın onunla tanışmak istemesine çok sevindi. O sevecenlikle:

-Ben de kelebek, beyaz kelebek… Yaşımı sorarsan iki gün önce kozadan çıktım yani doğdum. Bizim kelebek türümüz bir hafta yaşar, dedi.

Kaplumbağa kelebeğin iki günlük olduğuna ve ömrünün bir hafta olacağına çok şaşırdı. Uzun bir sessizlik oldu. Kaplumbağa kendi ömrü ile beyaz kelebeğin ömrünü karşılaştırıyordu. Ama işin içinden çıkamıyordu. Ne demek iki günlüktü, ömrünün bir hafta olması da ne demek oluyordu? Bir canlı, değil yedi günde, yedi ayda hatta yedi yılda bile ne yiyip ne içebilirdi? Sorular kaplumbağanın aklını karıştırmıştı. Uzun bir sessizlik oldu. Beyaz kelebek aceleci bir sesle:

-Burası sesin yuvana benziyor. Sen burada mı yaşıyorsun? dedi. Kaplumbağa kısık bir sesle: “Evet!” dedi. Kendisi de bir soru sormak istedi:

-Peki, senin evin neresi beyaz kelebek?

Kelebek etrafına bakıp:

-İşte şu gördüğün geniş ova, şu gördüğün sonsuz mavi gökyüzü… Kaplumbağa tavşanların terk ettiği kendi yuvasına bakıp:

-Bu nasıl olur? Yani senin bir evin barkın yok mu? dedi hayretle. Kelebek filozofça:

-Biz kelebeklerin yurdu bütün doğadır. Biz bir yuvaya bağlanıp kalmayız. Biz kanatlarımız sayesinde çiçeklere, ağaçlara, evlere kısacası her yere konar göçeriz. Ayrıca her taraf bizim yuvamız sayılır, dedi. Kaplumbağa, kelebeğin acelesinin olduğunu anladığı için:

-Peki, şimdi nereye gidiyorsun? diye sordu. Kelebek:

-Şu üzüm bağının ardındaki denize gidiyorum, dedi. Kaplumbağa denizi atalarından duyduğunu hatırlıyordu. Ama hiç görmemişti. Demek şu dağın ardında deniz vardı öyle mi?

Kelebek, acelesi olduğunu söyleyip havalandı. Kaplumbağa şimdi kendisi ile baş başa kalmıştı. Gündüz olması rağmen uykusu gelmiyordu. Kafasının içinde sorular soruları kovalıyordu.

İki gün önce doğan bir kelebek, nasıl olur da yüz yaşını çoktan aşmış bir kaplumbağadan daha çok görüp daha çok şey bilebilirdi? Demek hemen şu dağın ardında deniz vardı. Keşke benim de bir çift kanadım olaydı, olaydı da şu engin gökyüzünde süzüleydim, diye uzun uzun kendini hesaba çekti. Vakit ikindiye yaklaşırken güneş etrafı kavuruyordu.

Kaplumbağa sarı sıcağa aldırmadan yuvasından çıkıp üzüm bağına doğru yol aldı. Tepeye varınca güneş batmıştı. Beyaz kelebeğin dediğine göre şu an denizi görmeliydi ama güneş batmıştı. Kaplumbağa, beslenme saatinin geldiğini hatırladı ama onun yemek yiyecek hali yoktu. Biraz sonra ay denizin tam üstünden doğdu. Ardından yıldızlar da sahnedeki yerlerini aldılar. Kaplumbağa o an beyaz kelebekle karşılaştığına çok sevindi. Sabaha kadar denizi, ayı ve yıldızları izledi ve onları birbirinden ayrı düşünmedi. Şafak sökerken aç ve uykusuz olduğunu hissetti. “Bugüne kadar gece beslenip gündüz uyudum. Fakat bu gece, geçmiş bütün ömrüme bedeldi.” diye düşündü.

Tepeden aşağı yavaş yavaş inen kaplumbağa, tavşanların terk ettiği yuvasına dönmedi. Gündüz mavi, gece gizemli gökyüzüne, engin yeryüzüne; çiçeklere, ovalara, hayata, doğaya -kanatları olmadan- kanat gerdi.

Yaşlı kaplumbağa, o gün yaşını soran bir kaplumbağaya “Bir gece önce doğdum.” diye cevap verdi sevinçle.

 

Zeki Açiş

Leave a Comment

İlgili İçerikler