0

 

Mavi göğün tepesinden bin bir kıvrımla, adeta kıvrak danslarla yeryüzüne inen kavurucu güneşin, dayanılmaz o sarı sıcak ışınları, zar inceliğindeki nemli derisini delip geçiyorlardı. Kocaman gözlerini merakla kırpıştırıp etrafına bakıyor, kayda değer bir gelişme olup olmadığını kararlılıkla gözlemliyordu. İçini alabildiğine burkan yalnızlığı uzun süredir var olageldiği gibi, yine diplerde seyrediyordu. Oraya buraya zıplayıp durmaktan bitap düştü. Zıplamaktan ibaret olan bir hayat ancak bu kadar sıkıcı olabilirdi. Dere kenarında boy gösteren, tepesi mor çiçeklerle bezeli, hafifçe esen rüzgârda nazla salınan bir deve dikeninin altına konuşlandı. Son zamanlarda dağları değil de, ancak payına düşen deve dikeninin altını kendisine vazgeçilmez bir mesken edindi. Dağlar O’nu saklayamaz, ele verir, ölürdü.

Gözlerini belirli bir noktaya sabitledi. Derin bir soluk aldı. Ciğerlerine doldurduğu havayı aheste aheste keyifle dışarı saldı. Karnında oluşan şişlik bir süre sonra tamamen küçüldü. Bunalmış olsa da, olanca takatsizliğini zoraki bir tarafa bıraktı. Gergin bir yay misali zıplamaların ardından, yüzeyi yeşilimsi bir renk alan derenin sularına uzun bir uçuşla yeniden atladı. Yosunlu suda art arda oluşan daireler iç içe geçti. Suyun kirliliğinden hiç bir şeyi ayırt edemiyordu. Hayatta kalmak için bir kaç kez de olsa, bulduğu en yakın su birikintisine bir kaç dakikalığına dalmalıydı. Su yüzeyinde yeni açan nilüferlerin yapraklarının üzerine geçip, dinlenmeyi ihmal etmedi. Kısa soluklu bir kaç kulaçlık yüzmenin ardında tekrar karaya çıktı. Soluğu sevgili deve dikeninin yanında aldı.
“Vrak… Gurk… Vraaak.. Graaak…” diye bağırıp, çaresiz bir halde etrafına bakınmayı sürdürdü. Gırtlağını yırtarcasına aşk davetini bütün dişi kurbağalar adeta duymazlıktan geldiler. Artık birilerinin O’nun sesine de kulak vermesi gerekmiyor muydu? Canına tak etti. Kimselerin kendisine dönüp bakmayacağı kadar da çirkin değildi. Bu denli itici olduğunu hiç sanmıyordu. Rıfkı Can Kurbağa’nın arka bacaklarının zarif uzunluğu, bedeninin her tarafında yeşil zemin üzerinde göz kamaştıran turuncu ve kar beyazı çizgiler, sırtındaki siyah noktalar, kristal parlaklığındaki güzelim altın gözleri, bu kirli su birikintisinin etrafında bulunan yüzlerce kurbağanın hiç birinde yoktu. Arkadaşları Zühtü, Sılo ve Şükrü O’nun onda biri kadar ne yakışıklı, ne de zekiydiler. Ama kendilerinde şeytan tüyü varmış gibi hovardalıkta işleri çok yaver gidiyordu. Bir damla su güzelliğindeki çıtır kurbağalarla sarmaş dolaş günlerini gün ediyorlardı. Kendisinin onlardan neyi gerilerdeydi. Doğrusu bunu anlamakta oldukça zorlanıyordu. Fazlalıkları var, eksiği yoktu. Zaman zaman bu arkadaşlarına da takıldığı oluyor, birlikte hovardalığa çıkıyorlar, ama gösterdiği onca çabaya rağmen, O kendi kovuğuna her defasında yapayalnız dönüyordu.

Yakışıklılığı, cazibesi ve tartışılmaz albenisi bir tarafta kalsın. Yiğitliğine, hisli çatal yüreğine, yardımseverliğine, kalbinin güzelliğine ve daha pek çok meziyetine diyecek yoktu. Üstelik hiç bir kötü alışkanlığı da yoktu. Kimselerin tavuğuna kış demediği gibi, tek bir canlının etlisine sütlüsüne karışmıyordu. Son zamanlarda, yaklaşık bir kilometre ilerideki köyün çocukları, bu küçük göle dadanmışlardı. Ellerinde sapanlarla kocaman taşları kurbağaların üzerine acımasızca yağdırıyorlardı. Yakaladıkları kurbağaları ayakları ile ezip çiğniyorlardı. Rıfkı
Can tek bir kurbağaya zarar gelmesin diye adeta erkete durmuştu. İleri gözetleyici edası ile tehlikeyi sezer sezmez, bütün kurbağaları uyarıyor, küçük yavruları kendisininmiş gibi koruyup kolluyordu. Daha iki gün öncesinde bu mendebur Şukufe’nin kızı Müberra’yı kuyruğundan tuttuğu gibi suyun derinliklerine çekip kurtardı. Şukufe Hanım patlak gözlerinin çirkinliğine bakmadan, yarım ağız teşekkür edebildi. Zaten iyi bir kurbağa olsa, lütfedip bir dal çiçek getirirdi. Kurbağalık ölmemişti ya, Rıfkı Can o an yüreğinin sesini dinleyip, kendi hayatını tehlikeye atarak, can havli ile bağrışan Müberra’yı kurtarmıştı.

Dereden çıkıp, zıplaya zıplaya çalıların arasında avlanmaya giden, bön bakışlı, patlak gözlü Şukufe Kurbağa dahi, alabildiğine aymazlığıyla bir yol olsun dönüp bakmıyor. İşmar eylemiyor. Rıfkı Can ne günlere kaldığını içinden geçirip, bulunduğu durumdan çok hoşnut olmadan, bir kez daha önce “vraaak…” ve sonrasında da “graaak…” diye bağırdı.

Biteviye beklemekten hayli yoruldu. Uzun saplı bir papatya ile oynadı. Etraftaki iki gelincik çiçeğinin yapraklarını kazara döktü ve buna çok üzüldü. Ağaç dallarına konan kuş seslerine kulak verdi. Cırcır böceklerinin çıkardığı tiz seslerden oldukça rahatsızlık duysa da, yapabileceği bir şey yoktu. Hepsinin peşine düşecek hali yoktu. Midesi de iyiden iyi kazınmaya başladı. Bulunduğu deve dikeninin altında etrafına bakınıp yiyecek aradı. Otlar arasında dolanan bir böceği dilini hızla çıkarıp, yakaladı. Tez elden midesine indirdi. Sonrasında üzerinde uçmakta olan mavi ve sarı renkli kanatlarını yavaşça çırpan bir kelebek de kurbanı oldu. Şimdilik bu kadarıyla yetinebilirdi. Akşama daha çok vardı. Bu bir nevi ara öğün mahiyetindeydi.

Göldeki dişi kurbağalar kendi aralarında Rıfkı Can’a ayaklarında ve bedenindeki turuncu çizgilerden dolayı Bay Portakal diyorlardı. Rıfkı Can bir zamanlar gönlünü, güzelliği dillere pelesenk olan Billur Kurbağa’ya kaptırmıştı. Billur’un en yakın arkadaşı Şerife kurbağa’ya yalvar yakar aracı olmasını istedi. O da daha fazla direnemediğinden kabul etmek zorunda kaldı. Verilen görevin ne denli zor olduğunu, Billur’u yakından tanıdığı için farkındaydı. Şerife isteksizce Billur’a gitmek üzere zıplamaya koyuldu.
Rıfkı Can yüreği ağzında bir çalının ardına saklanıp, Şerife ile mağrurluğu üzerinden bir an için atmayan Billur’un konuşmalarına kulak verdi. Billur alaycı bir kahkaha attı. Ardından da;
“Şerife Hatun sen ne dediğinin farkında mısın? Herkes haddini bilsin lütfen. Davul bile dengi dengine. O benim dengim mi? Hop dedik! Portakal Efendi, mümkünse benden uzak olsun, orada kalsın. Kala kala Portakal’a mı kaldım. Şerife Hatun bunu sen söylemedin ve ben de duymadım. Hadi sen de yoluna.”
Pembe şemsiyesini bir kaç kez yere vurup, tehdit edercesine Şerife’yi kovdu.
Rıfkı Can kulak misafiri olduğu hakaret dolu bu konuşmanın ardından aylarca kendisine gelemedi. Sırtından hançerlenmiş, bedenindeki o turuncu çizgiler sanki kazınmış gibi hissetti. Ne vrrak, ne de graaak diye bağırdı. Kalbine küstü. “Sen misin kendini olur olmaz herkese kaptıran” deyip yüreğini hak ettiği şekilde payladı. Yalvar yakarmalarına kulaklarını tıkadı. Ön ayaklarını başının altına alıp, sırt üstü uzanmadı. Su birikintisine dadanan çocukların gelişlerini görmedi. Müzik dinlemedi. Dans etmedi. Piyano çalmadı. Doğum gününü kutlamadı. Başka su birikintilerine gezmelere gitmedi. Çok sevdiği halde bademli dondurma dâhi yemedi. Rakı içmedi. Partilere katılmadı. Hayata bütün kapılarını sıkıca kapadı. Telefonlara çıkmadı. Nargile içmedi. Herkesle selam ve sabahı kesti. Derisi kurudu, daha da inceldi. Gözlerinin altın rengi kayboldu. Derede yüzmedi. Zoraki avlandı. Bir deri bir kemik kalakaldı. Geçen zaman nihayet ilaç oldu. Kendisini yeniden toparladı. Dere kıyısındaki hayatına yeniden döndü.

Olduğu yerde uzandı. Çok geçmeden arka ayağından dürtüldüğünü hissetti. Dönüp baktığında gözlerine inanamadı. Kalbi göğsünü yırtıp, yerinden fırlayacak gibi oldu. Ön sağ ayağını kalbine bastırıp, sakinleşmeye çalıştı. Billur elinde pembe şemsiyesini sapından işveli bir edayla döndürüyordu. Gözlerini, tedirginliği her halinden belli olan Rıfkı Can’a kırpıştırarak uzun uzun baktı. Dudağına defalarca buseler kondurdu. Rıfkı Can’a sıkıca sarıldı. Başını O’nun göğsüne yaslayıp, kalbinin ahenkli atışlarını dinledi. Her ikisi de mest oldular. Ardından Billur Hanım’ın ağzından art arda bal sözcükler döküldü.

“Rıfkı Can senden çok özür diliyorum. Yanılmışım. Geçen zaman zarfında kalbime kulak verdim, sesini dinledim. Benim o an gösterdiğim kabalığı olmadı say, lütfen. Kapris yaptım. Cahillik işte. Kalbim senden yana, senin için attığını gördüm. Seni çok seviyorum. Artık sensiz yapamam. Seninle yaşlanmak en büyük emelim. Senden onlarca kızım ve oğlum olsun istiyorum. Birlikte büyütelim. Kuyruklarının kopmasına şahitlik yapıp, mutluluğumuza mutluluk katalım. Ama önce büyüklüğünü göster ve beni affet. Yalvarıyorum. Sensiz yaşayamam.”

Rıfkı Can ayağının bir kez daha dürtüldüğü hissine kapıldı. Olduğu yerde uyuya kalmıştı. Gözlerini kırpıştırıp ayıldığında; Şukufe’nin patlak gözlerini bütün bedeninde gezdirdiğini gördü. İkircikli duygularla “nasip kısmet meselesi” deyip, zıplaya zıplaya Şukufe’nin ardından seğirtti.

Aydın Yılmaz

Leave a Comment

İlgili İçerikler