0

 

Bulutlar her kış olduğu gibi Erzurum’un üzerine inmişti. Bir gün önceden yağan kar, geceleyin yerini ayaza bırakmıştı. Ağaçlar kırağı tutmuştu. Çatı saçaklarında buz sarkıyordu. Esnaf ve sobalı evlerin kadınları geceden yanan sobanın külünü faraşla kapılarının önündeki buz tutmuş kaldırıma ve yola serpiyordu…

Gavurboğa’nın Tebrizkapı ile kesiştiği Leblebici yokuşundan aşağı inerken vakit öğleye geliyordu. Güneş, bulutların ardından kendini göstermişti. Yaklaşık dört aydan bu yana yağan kar ara sokaklarda yürümeyi güçleştirmişti. Bir de buzlanma nedeniyle kışın ara sokaklarda ve kaldırımda düşmeden yürümek yetenek ve dikkat gerektiriyordu. Kışın yüksek eğimli olan bu yolda kaç kişi buzlanmadan dolayı düşüp kolunu, bacağını kırmış ya da incitmişti.

Leblebici yokuşundan aşağı inerken Erzurum’un tarihe, tarihin Erzurum’a vurduğu ebedi mührüne bakarak durdu. Nefeslendi. Yorulmuştu. Tam karşısında Bizans’tan kalma iç kale ve surları… Kalenin güneyinde Selçuklu yadigârı Çifte Minareli Medrese, onun hemen yanı başında Osmanlı şaheseri Narmanlı ve Ulu cami, Palandöken’e tebessüm eden Saltuklu dönemine ait üç kümbetler. Erzurum’u en güzel anlatan bu noktada her seferinde durup soluklanmayı severdi. Şimdi yine soluklanıyordu. Erzurum’un dondurucu soğuğunu iliklerine kadar çekiyordu. Bu soğuk havada gençleştiğini hissederdi. “Yayla havası ilaç gibi” diye mırıldanıp yoluna devam etti.

71 yaşındaki Muzaffer Dede kar ve buzun üzerinde bir hayal, bir gölge gibiydi. Eski, kalın siyah paltosunun içinde kaybolmuştu. Bastona minnet etmeden küçük adımlarda yürüyordu. Leblebici yokuşundan aşağı, kâh yolda kâh kaldırımda yürüyordu. Güneş, gece ayazının sertliğini hafifletmiş, hava yumuşamıştı. Muzaffer Dede, bastona boyun eğmeden, minnet eylemeden önündeki kedinin ardı sıra yürüyordu. Öğle ezanı okunuyordu. Narmanlı Camii kavşağını geçip Ulu cami’ye kuzeye bakan kapısından içeri girdi. Evden çıkmadan abdestini almıştı. Isıtmalı zemine sahip olan kadim camide öğle namazını cemaatle kıldı. Mihrabın yanındaki camlı bölmeden Kur’an-ı Kerim aldı. Ahşap rahlenin üzerinde Kur’an-ı Kerim’den bir cüz okuduktan sonra, ekmek teknesinin başına geçmek için, ‘Haydi Bismillah’ diyerek, oturduğu yerden doğruldu. Camiden çıkarken gözleri karşıdaki türbenin ihata duvarı dibindeki küçük, asma kilitli ahşap mütevazı sandık ekmek teknesine takıldı. Kaç yıldır o duvarın dibinde yaz, kış, yağmur, çamur demeden fındık içi, fıstık, badem satıyordu. Kimseye muhtaç olmadan ekmeğini çerez parasından kazanıyordu. Günlük nafakasını çıkardı mı ondan mutlusu yoktu. Hoş, bu mütevazı ekmek teknesinden kazandığı para ile hac ve umreye gitmişti. Hayata kendisini bağlayan tek varlığı kızı da yıllar önce evlenip İstanbul’a yerleşmişti. Eşini ise 30 yıl önce kanserden kaybetmişti.

Ekmek teknesinin paslı asma kilidini açtı. Minik poşetler içerisindeki çerezlerini teşhir için sandığın üzerine dizdi. Ardından taburesini çıkarıp duvarın dibinde oturdu. Oltu taşı tespihini paltosunun sağ cebinden çıkarıp kalbi lisan ile zikir çekmeye başladı. Sessiz bir çınar gibiydi. Gölgesi yetiyordu. Kendisinden çok genç olanlar işsizlik bahanesiyle kahvehane köşelerinde pineklerken Muzaffer Dede, soğuğa ve ilerlemiş yaşına rağmen çalışıyordu. Günlük nafakasının bir kısmıyla komşusunun yetim torununu okutuyordu. Şükür, sabır ve kanaat abidesi olan Muzaffer Dede üşüyünce, Ulu Cami’ye sığınır burada ısınır, Kur’an-ı Kerim okur, gelmişse vakit namazını kılıp yeniden ekmek teknesinin başına geçerdi.

İkindiye doğru birkaç paket leblebi, fındık içi satmıştı Muzaffer Dede. Günlük nafakasını çıkartmıştı. İkindi sonrası kar atıştırmaya başladı. Bu kış diğerlerinden uzun sürmüştü. Belki de bu ahir ömrünün son kışıydı. Baharı görecek miydi? Ya yaz mevsimini… Sırtını güneşte ısıtıp, ayakları donmadan Ebu İshak Kazuru’ni Hazretleri’lerinin türbesinin gölgesinde çerez satabilecek miydi? Başını kaldırdı Palandöken Dağı’nın siluetini tamamlayan Çifte Minareli Medrese’ye baktı. Kar çini minarelerin üzerinden sema ediyordu. Yetmiş bir kış görmüştü Erzurum’da. Yetmiş ikinci kışı göreceğine dair umut kalmamıştı içinde.

Ölüm meleği yazın gelmeliydi. Şöyle haziran, temmuz sıcağında bir sabah namazı sonrasında aziz misafirine canını şerbet gibi sunmalıydı. Yıllar bedenini yormuştu. Kaç kış daha dayanabilirdi ki ayaza? İstanbul’daki kızı ve okuttuğu yetim komşu çocuğu hayata bağlıyordu kendisini. Ama yorulmuştu. Artık ebedi daveti bekliyordu.

Ölümün kıyısındaydı hep. Çerez sattığı duvarın üstünde türbe ve mezar vardı. Sessiz varlıklarıyla Muzaffer Dede’nin arkadaşları, sırdaşları olmuştu toprağın altındakiler. Gizli bir türbedardı adeta. Türbenin ve mezarın çevresine rüzgârın savurduğu ya da sorumsuz kişilerin attığı çöpleri toplardı. Ömrünün kışını yaşıyordu. Yediği ayazlar çelimsiz vücudunu ve kişiliğini çelikleştirmişti.

Muzaffer Dede, tezgâhının başındaydı. Giyiminden ve konuşmasından üniversite öğrencisi olduğu belli olan sarışın bayanla Muzaffer Dede sohbet ediyordu. Üniversite öğrencisi badem şekeri almış parasını veriyordu. Uzattığı kâğıt 20 TL’nin üzerini Muzaffer Dede’ye bahşiş olarak bırakmayan isteyen öğrenciye karşı tatlı sert bir üslupla;

“Yavrum sen talebesin. Sana para lazım. Bademin paketi 15 lira. Ederinin üzerinden senden para alırsam bunun hesabını mahşerde Allah’a veremem. Bu yaşıma kadar kimseden hak etmediğim tek kuruş almadım. Paranı cebine koy.”karşılığını verdi. Kız, utanmıştı.

Ortamı yumuşatma Muzaffer Dede’nin de gönlünü alma adına kız öğrenci “Her kalbin yarım kalan şarkısı vardır, sizin de yarım kalan bir şarkınız var mı?” diye sordu. Soru karşısında tefekkürle gülümseyen Muzaffer Dede;

“Olmaz mı? Yıllar önce en güzel şarkımı karımın gül kokulu bedeniyle toprağa verdim. O benim yarım kalmış şarkımdı. Ondan geriye kalan ise bir dua ve hasretin sarmaladığı vuslat kaldı. Gençliğimde Necip Fazıl’ın çokça şiirini okumuştum. Aklımda kalan yarım kalan şarkımın adı ise, ‘Aslında yaprak sıkılmıştı ağaçtan… Bahaneydi sonbahar…”

Siyah orlon eldiven içindeki elleri belli ki soğuktan üşümüştü. Çerez ile birlikte paranın üzerini uzatarak, “Allah bereket versin. Başka isteğiniz var mı? ”diye sordu. Kız sustu, ben ise, dersimi almış, fındık içi almaktan vazgeçip sessizce, Muzaffer Dede’nin yanından ayrıldım. Kar lapa şeklinde yağıyordu Muzaffer Dedenin ve ekmek teknesinin üzerine…

Aylar sonra bir temmuz sabahında kavuştu gül kokulusuna ve tamamlandı yarım kalan şarkısı bir mezar taşında…

Orhan Yıldırım

Leave a Comment

İlgili İçerikler