0

Biraz öteden efsunlu bir dağ kokusu geldi burnuma, yürüdüm, serin bir hava sardı bedenimi, dağ görevlisi bir kuş karşıladı beni, yol güzelliklerini izleyerek. Dağı tırmanırken karşımda buldum o tanıdık kuşları. Yukarıdan bakınca uçsuz bucaksız ovada görülen tek tük ağaçlar nasıl bir direniş koymuşlardı ortaya, baltalara, balta gibi adamlara, olumsuz insan şartlarına karşı.

Nemden arınmış kuru ve temiz hava ile kuş gibi hafiflemişti bedenim ve ben dağın zirvesinde göğe asılı kalan bir cisim gibi hissediyordum kendimi. Bozkırda yaşamı seçen kuşlara ve insanlara hayran kaldım yeniden. Ruhu özgür ve engin bir bilgelikle yaratılan insanı daracık kent sokaklarına, sıcaktan sıkıp bunaltan sahillere kapatmanın anlamsızlığını, cahilliğini gördüm o anlarda.

Düzlükten yukarılara doğru tırmandıkça; “daha yukarılara gitmelisin, dağ ötesine, dolunaya da adım atmalısın,” diyordu bana içimden bir ses. O muhteşem ve muazzam ormanlara, derin vadilerden geniş düzlüklere, bozkırdan o kocaman yalçın kayalıklara kadar her taraf, bütün doğa süper eşsiz bir güzelliğe sahipti. Yürürken hızla uçup giden kuşlar vadide vardiya değiştiriyorlardı, harika bir güzellik karşıladı beni. İnsan körfezinde ise kan birikmişti.
O eşsiz doğa şöleni, sarhoş edici bir melodi dinletirken bana, duygudan duyguya, düşünceden düşünceye, iklimden iklime geçiyordum, en derinden hazlar alarak. Yol aldıkça yeniden şekillenip genişliyordu sanki bütün kâinat fakat her şey tastamamdı ve her şey yerli yerindeydi sanki. Hiç bir fazlalık, hiç bir eksiklik, hiçbir kusur yoktu aslında, yolculuk ise ikinci plana düşmüştü o anda, belki de insanın içinde gülümseyiştir yolculuk. Devrimcilerin aradığı o geniş özgürlük steplerde vardı ama bütün devrimciler ruhsuz, ayakları prangalı kentlerde üs kurmuşlardı nedense? Eskiden kentlerde ruh vardı, güzellik vardı, erdem vardı oysa.

Dağın yamacındaki bir evden odun fırınında pişirilmiş karabuğday ekmeği geçmişin kokusunu getirdi ruhuma. Dağ başında bir çeşmeden içtiğim su, hayatı ve bedenimi tazeleyip yeniledi.

Kendimi iyice kaptırmıştım zamanın akışına, akışta demetlenmişti iç dünyam, su gibi akıp gidiyordu vakit, etrafımı, hayatı ve kendime dair algılarımı da değiştirmeye başlamıştı artık. İnsanın içini açan, naneli şeker gibi ufkumu iyicene açmıştı bu temiz hava ve yüksek tepe, gönlümü tüm kirlerinden ve şüphelerinden arındırmıştı.
Anladım ki yalnız kalmaktır hayat bazen ama çoğu zaman ayrılıktır hayat ve aslında yalanmış meğer bu dünya.
Köyün sırtını dayadığı Ömer’in tepesinden hayata yeniden baktığım zaman geçmişim, çocukluğum geldi gözümün önüne. İnsandan boşalıp yalnızlığa mahkûm, sevdiklerinden mahrum olan, kendini kaybeden, misafirleri ağırlayan köy odasının mahzun ve ağlamaklı hâli geldi gözlerimin önüne, ince ağlayışları, sızıları, inlemeleri geldi kulağıma.
Çay içmek bahanesi ile bir araya gelip gece yarılarına kadar oturup gönülden gönüle daldığımız gece sohbetlerini hatırladım ah ederek. Sonra gündüzün kırıldığı, gecenin başladığı akşamın kızıllığı oluşmaya başladı. Gündüz ile gece nasıl da birbirine karışmaktaydı, nasıl da bir birine katılmakta, karılmaktaydı durmadan.
Benimse fazla zamanım yoktu. Dönüp eve gitmenin vakti gelmişti. Hava tam kararmadan tepeden mezarlığa indim, duvardan atladım, soğuk ve ürpertici mezarlarda göz gezdirmeye başladım. Adımlarım beni doğruca anamla babamın mezarının başına götürdü. Ellerimi açtım fakat daha dudaklarım kıpırdamadan gözyaşı yağmuru başladı içimde, sel olup aktı dışarıya.

Yara bere içindeydi kalbim, ayrılık yarasının izleri vardı hâlâ.

Oradan dönüp evin yolunu tuttum. Yürürken ihtiyar armut ağacının yanından geçiyordum. Misketlerle, gazoz kapaklarıyla bu ağacın gölgesinde oynadığımız günleri hatırladım. İnsanın akıp gittiği gibi kimsenin duymadığı bir yeraltı nehri gürleyerek akıp gitti içimden. Ne kadar çağlasa duymaz kimse. İlk şiirimi bu ağacın altında yazmıştım, kaç yaşımda olduğumu hatırlamıyordum. Evden izinsiz ilk çıkışımda geldiğim yerdi burası.
Canım çok sıkılıyordu. Yabancı bir sızı, gayri meşru bir acı yerleşmişti içime. Durmadan kamçılıyordu içimden beni.
Öfkemde boğdum özlemimi dünya aşksız kalmasın diye. Özlemimi, dileğimi o ağaca ilettim orada. Her şeyin ne kadar boş olduğunu acıyla anladım böylece. Yüreğimin içinde zonklayan bir yaranın acısıyla anne ve babamın öldüğü günün dehşetini bir kez daha yaşadım. Hayret ile hasret, vuslat ile ayrılık arasında gidip geliyordum o anda.
Hayatın hangi gerekçesine tutunmalıydım yaşamak için bilemiyordum.

Hangi gerekçe düşünemeyen, bir şeye karışmayan anormal bir insan yapar insanı. Hiç bir şeye susmayan, hep haykırmak isteyen kalbim, hep düşünmek isteyen aklım rahat bırakmıyordu beni. Patlamak üzere olan bir bomba gibiydi kalbim. Bazen lav püskürten bir dağ, bazen kükreyen bir aslan, bazen çakan bir şimşek, bazen bir kasırga gibiydi kalbim. O an kendime baktım, kabıma sığmadığımı, hiç bir yere sığmadığımı, belki de hiç bir yer kaplamadığımı acıyla anladım. Bakışlarım sanki yeri delip geçmişti. Zamanı aşıp geçmişti, buradan göçüp gidenleri görüyordum sanki. Kulaklarıma uğultular, sesler ve hıçkırıklar, burnuma kokular, dokunuşlar, içime acılar, sızılar, ürperişler gelmeye başladı, orada bir taşın üzerine oturdum. Yeniden yaşamalı, hissetmeli ve duyumsamalıydım o gizemli günleri. Taş, tanıdık bir taştı. Ağaç vefalı bir ağaçtı, dostlarını görmek için meydan okumuştu resmen kuraklığa ve sıcaklığa. Kim bilir kaç kez üzerine oturup dinlenmiş, kaç kez tartışmasını yapmış, paylaşamamıştık o gizemli güzel beyaz taşı. Birden geçmişin hareketlendiğini, acıklı bir müzik içinde gelip yanımdan geçtiğini hissettim.
Kalbim patlayacak, kafam çatlayacak sandım. O endişe ile yerimden kalktım.

İncinmişti içim, tüm nefesimi içime çekip ah dedim, ah. Aklımın sınırlarını zorluyordu buradaki geçmişim. ‘‘Efsunlu bu dağın, bu tepenin çobanıydın bir zamanlar,’’ dedim kendime. O efsunlu dağın kokusu, çölün ruhu boğazımdan içeriye doluyordu sanki.

Ağır ve aksak yürümeye başladım, yıkık dökük bahçemizde duvarına doğru ağlamaklı bir ruh hâli ile. Konuşmak istiyordum duvarlarla, içimi dökmek istiyordum, harabeye dönmüş sadece ağaç köklerinin yeri kalmış bahçemizde. Gözyaşlarım sessizce düşüyordu toprağa.

Hangi yöne dönsem hasret, hangi yöne baksam kapıları sürgülemiş zindan, nereye gitsem çocukluğumdan kalma kâbuslar. Geçmiş zaman, kelime kelime saniye saniye doluyor içime.

Hangi hatıramın yakınındayım, kimin uzağındayım, bilemiyorum, bu geç kalınmış avdet kimin, neyin, kimin sılası olabilir bilemiyorum? Kimin, neyin ayrılığını yaşıyordum ağlamaklı sesimle; kimin, neyin acısıydı bu yalnızlık? Ben uyurdum, beni büyütürdü, geceyi emzirirken annem, kalbimi temizlerdi elleriyle.

Kelime kelime kalbime iniyordu hasret, yağmur gibi içime yağdı sonra özlem.

Biliyordum, biliyordum bir gün böyle ağlayacaktım, gözyaşlarım yağmur gibi akacaktı, susuzluktan kavrulmuş, çatlamış, çöl olmuş çorak topraklara. Ne zaman ona gülmeye kalksam o zaman kalbinden vuruluyordu yaşamak. Ben gizemli, efsunlu dağın kokusuna, dağın yaşamına vuruluyordum.

İsmail Okutan

Leave a Comment

İlgili İçerikler