0

“Ayntab ey! Aşkımın imkânsız şehri, dök üstüme acıyı ve şehveti, dindir yüreğimin fırtınasını.”
***
Kazanzar Nazaretya Konağı’na giden yolun başında, Kayacık kapısının önünde beklerdim Eleni’yi. Her gün yatsı ezanında buluşurduk. Gülümseyerek bana gelirdi. Onu görünce kendimden geçer, dudaklarımız birleştiğinde beni ateş basardı, onu da bir telaş… Seviştiğimiz bir sırdı, kendi dilimize bile yasaktı.
Bu sefer yüzü solgundu. Soluk soluğa kalmış, iyice gerilmişti…
Bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım; sırtımdan soğuk terler boşalırken, yüreğimi de bir el mengeneyle sıkıyordu sanki. Her zaman söylediğim sözleri hatırladım.
“Bütün suçumuz günahımız sen Ermeni, ben Müslüman… Bir buse ver yanağından; eğer günahsa boynumun borcu, eğer hayırsa anan baban hayrına.”
Allah biliyor ki biz birimizi severken, aşkı her şeyin üstünde tutmuştuk. Bu savaşın iyiden yana olmasını dileyerek…
***
Bir gün sokakta top oynuyorduk. Garabet Amca bize taze fıstık getirmişti, “gelin çocuklar” dedi. Avuç avuç dağıttı, yanında Eleni de vardı.
Garabet Amca bana doğru dönerek,
“Ali gülüm, gel yanıma bakim. Babana söyle, akşama bize çaya gelin…” dedi.
“Sağ ol ağam söylerim.”
Sonra Bakkal İbrahim Efendi’ye seslendi:
“Al bakkalım, bu da senin payın. Fazla yorma kendini.”
Eleni’nin elini tuttu. “Gülüm, haydi doğru eve.”
On iki yaşındaydım. Eleni giderken dönüp bana baktı, gülümsedi. Beraber gülüverdik ikimiz de…
Garabet Amca, “kızım önüne bak düşeceksin,” diye azarladı yalancıktan.
İbrahim Efendi’nin dükkânından sola dönüp gözden kayboldular.
Nazaretya Konağı’nda rakı sofrası hazırlanmış, mezeler özenle masaya konulmuştu. Garabet Amca ayağa kalkıp babamla tokalaştı.
“Hoş geldin Mehmet Çavuş, hele otur şöyle bir ifadeni alayım.”
“Yenilen pehlivan güreşe doymaz Garabet Ağa.”
“Haydin bakam er meydanına,”
Tavla oynamaya koyuldular. Eleni, pencerenin çıktısına oturmuş resim çiziyordu. Çok güzel resimler yapardı.
Yanına yaklaşıp çizdiklerine baktım.
“Bu kuşlar uçar mı Eleni?” diye sorunca yüzü aydınlandı. Gülümsedi, gözlerimin içine baktı.
“Babam uçtuğunu düşünürsen uçar,” dedi.
“Uçmasını istemesen yine de uçar mı?”
Eleni cevap vermeden resim çizmeye devam etti. Ben tekrar babamın yanına döndüm. Garabet Amca zar atarken kahve fincanına koyar, babamsa avucunda sallardı. Neden böyle yaptıklarını bilmiyordum. Garabet Amca zarları yine fincana koyup salladı.
“Haydi gülüm, şansım açık ola.”
“Daha nasıl ola Garabet… Şeytan senden yana bugün.”
“Mehmet Çavuş, hep senden yana olacak değil ya! Biraz da bizden yana olsun gülüm, akıllı adamsın, hep de yenersin beni.”
“Bu sefer fena Garabet Ağa’m, bu sefer fena!”
“Persler demiş ki; ‘kim ileri görüşlüyse tavlayı da o kazanır.’ Yani anlayacağın on defada bir ben kazansam fena olmaz.”
Oyunun seyrine kapılmışlardı. Rakı, muhabbeti iyice canlandırmıştı. Kahkahaların ardı kesilmiyordu.
Hareketliliğin olduğu yöne kaydı gözlerim. Karşımda Eleni…
Kadınların olduğu odaya geçerken Eleni gülümsedi, resmi gösterdi bana. Bir kuş konmuştu genç bir adamın kalp hizasına, başının üstünde uçan kuşlar vardı. Adam hüzünlüydü. Resimle beraber Eleni de bir kuş gibi uçup gitti. Gecenin sonuna geldik, babam gaz lambasını tutuyordu. Potinlerimi giyip başımı kaldırdığımda Garabet Amca’nın arkasında duran Eleni’nin bana gülümsediğini gördüm…
***
Vardayan Mektebine gidiyordu Eleni. Önce oradan geçiyormuşum da tesadüfen onu gördüğümü sandı. Zamanla onun için geldiğimi anladı. Beraber yürürdük eve gidene kadar.
Yıllar sonra mektepten ayrıldı. Bir süre yürüyemedik beraber, sonra yatsı vakti Kayacık kapısında buluşmaya başladık. Tenhalarda dolaştık, yanaktan öpmeler dudağa kaydı. Vücutlarımız birleştiğinde ben on yedisindeydim, Eleni de on altısında.
Osmanlı çökmek üzereydi, Fransızlar Antep’i işgal ediyordu. Benim yaşımdaki gençler askere alınıyordu. Savaşa karşıydım, insana kıyamazdım, lakin askerlik yolu göründü bana. Ermeniler ve Türkler arasındaki ilişkiler eskisi gibi değildi. İki halk birbirine dostluklarını yitiriyordu. Garabet Amca artık çocuklara taze fıstık dağıtmıyordu.
***
Eleni’yi hiç böyle görmemiştim, çok üzgündü…
“Babam, ‘gideceğiz buradan’ dedi Ali! Seni göremeyeceğim, nasıl yaşarım, Ali nasıl!”
Ermenilerin Fransızlara yardım ettiğini, hatta Fransız ordusuna katıldıklarını duydum. İnanmak istemiyordum.
Ermeniler göçe zorlanıyordu, bir kısmı gitti artık son kafilelerdi.
“Allah büyük Eleni, bir çaresine bakarız elbet. Solmasın güzel yüzün, sil gözyaşlarını ne olur gülümse.”
Siyah saçlarını ortadan ikiye ayırıp örmüş, çiçekli fistanının üstüne dar, düğmeli yeleğini giymişti. Altan iki düğmeyi iliklememişti, benim güzel Eleni’m. Gözyaşlarını sildim ellerimle, sıcacıktı yüreği gibi…
Ne saçının örgüsü ne de giysileri… Kalbimiz aşkla tanışır yüzyıllar önceden beri… Sıkıca sarıldık birbirimize.
“Güzel Eleni’m, insanlar neden kalbini dinlemez?”
Eleni cevap vermeden ağlamasını sürdürdü. Bir süre sonra, vücudunu vücudumdan ayırıp gitti. Dönüp kalbime oturan bakışını alıp gitti.
“Ali’m, uçmasını istemediğin kuşlar da uçar!” dedi ve uçarak uzaklaştı…
Surp Asdvadzadzin Katedrali önünde toplanmış öfkeli kalabalık, Eblahan Bey Mahallesi’nden gelmişlerdi, Tepebaşı Mahallesi’ne…
Büyük göç başladı. Bütün Ermeniler Antep’i terk etti. Avcıların zalim olduğu bir zamandı, kuşlar da vuruldu…

Kazım Demir

Leave a Comment

İlgili İçerikler