0

                           

                                    

                                                     

Ölülerin sessizliği ne çok şey anlatıyor. Ben ise çığlıklar içerisinde ölülerin sessizliğine gıpta ediyorum. Çocukken ölü ve ölümden korkardım. Bugün ise ölüden değil, ölümden çok korkuyorum. Ölüler sessiz arkadaşlarım oldu. Onlarla konuşurum, beni itiraz etmeden dinlerler. Son on yılda kaç kişinin çukurunu kazdım hatırlamıyorum. Kazma kürek tutan avuçlarımın nasırında kaç ölünün gözü kaldı onu iyi biliyorum.

Ölüme aşina bir köyde şubat karı düşerken anam beni doğurmuş. Köyde gençlerin ölmesi vaki değildi, yeni doğan bebekler ve yaşlılar sıkça ölüyordu. Yani köy kabristanında mezar kazımı eksik olmuyordu. Şehirden defin için getirilen ölüler sayesinde köy camisinden sık sık sala verilirdi.

Şehir kabristanında mezar yeri ücretli olduğu için, cenaze yakınları mevtayı köy kabristanına getirip gömüyorlardı. Şehir merkeziyle köy arası kırk üç kilometreydi. Yaşarken köyden kopanlar, öldüklerinde cenazeleriyle kabristanın ebedi misafiri oluyordu.

On yıldır ölüler ülkesinin kapıcısıydım. Nice dostumu, arkadaşımı, yaşlıyı, bebeği, genci, güzeli, çirkini, zengini, fakiri, garibin mezarını kazdım. Kimine sanat eseri gibi özen gösterdim, kimini ise sıradan bir çukur kazdım. ‘Mezar kazıyıcısı’ kaldı ismim. İlyas olan adıma bile yabancılaştım. Kimi zaman mermer bir mezar taşında, ya da tahta plaka üzerinde görünce ismimi tüylerim ürperirdi.

“Köy yerinde okumak erkek adamın neyine gerek” diyerek ilkokuldan sonra babam beni ve kardeşlerimi okutmadı. Oysa Erzurum gibi kışı sert ve şiddetli geçen bir şehirde tek kurtuluş yolu okumaktı.

Çiftçi çocuğu toprakla kardeştir. Toprakla, tarlayla kaynaşmıştım. Toprağa atılan tohumun hayat bulmasını, yeşerip filizlenmesini biliyordum. Ama insan öyle mi? İnsan ölünce toprağa verilirdi. Mezarının üzerinde ayrık otları biterdi. Hepsi bu.

Asker dönüşü Ilıca Belediyesi’nde işe başlamıştım. Temizlik İşlerinde kısa bir süre çalıştıktan sonra Mezarlık Daire Başkanlığı’na atandım. Mezarlıktan korkan ben, mezar kazıcısı oldum. İlk kazdığım mezarı unutamam. Kömür zehirlenmesinden ölen anne ve iki çocuğu için kazmayla toprağın kalbine saldırmıştım. Kalbini söküyordum kardeşim bildiğim toprağın. Toprak ise “ bağrıma hançer misali saplayabildiğin kadar sapla kazmayı” diyordu adeta. Bir yaz ikindisinde anne ve iki çocuğunun kabrini kazmıştım. Terlemiştim, hamlamıştım, korkmuştum. İlk kez hayatımda mezar kazmıştım. Cenazeler, ağıtlar, gözyaşları arasında yakınları tarafından defnedilirken, ben ise güneşin ısıttığı bir mermer mezar taşına sırtımı vermiş sessizce ağlıyordum. Tanımadığım üç insan için ilk kez o gün gözyaşı dökmüştüm.

Kabristana bakınca bir sanatkâr gibi kazdığım mezarların düzgünlüğü ve çokluğu ile gizli bir gurur duyuyorum. Ölüler çığlıklarıyla, hülyalarıyla giriyor rüyalarıma. Rüzgâr ruhlar aleminden ölülerin nefesini taşıyor. Sessiz bir senfonin güftesi oluyor mezar taşları. Son zamanlarda insanlardan çok ölülerin mezar taşları ile konuşur oldum. Onlar beni, ben onları anlıyorum. Birbirimize saygı gösteriyoruz. Ölümün elleri üzerimde. Benim ellerim ise ölülerin üzerinde. Elim sende oynuyoruz, gün doğumuyla gün batımı arasında.

“Mezar kazıcısı seni gömdükten ve helvanı yedikten sonra öleceğim’ diyen ilçe eşrafının Nazif’in eylül yağmurları altında mezarını kazıyordum. Neşem yerindeydi. Beni toprağa vermeden ölmeyeceğini söyleyen kaçıncı kişiydi Nazif. Sonbahar rüzgârı sararmış yaprakları yağmurla birlikte mezara doldururken sol yanımdan bir acı duydum. Kazdığım mezarın içine yığılıp kaldım.

Mezarını kazdığım cesetlerin sahipleri karşıladı beni. Karşılıksız kabirlerini kazıp, sonsuzluğun kapısını kendilerine açtığım için kimisi teşekkür etti kimisi evladından, eşinden, servetinden zamansız ayrıldığı için üzüntüsünü dile getiriyordu.

Ölüler ülkesindeydim, ellerimin nasırı gitmişti. Gençleşmiştim. Sanki bir bulut kümesinin içerisinden sonsuzluğa uzanan nurdan bir hale idim. Mezarlarını kazdığım, mezar taşlarıyla konuştuğum dostlarım, arkadaşlarımla yeniden bir aradaydım. Ruhlar kelimesiz ve lisansız hal dilleriyle dünyadan, sevdiklerinden havadis sordular. “Boş verin onları. Yaşayanlar, yedikleri helvanın tadını tartışıyorlar. Daha fazla yaşamak için diyet yapıyorlar. Ölenin ardından kısa süreli yas tuttuktan sonra hiç ölmeyecekmiş gibi dünya işlerine dalıyorlar. Ölülerini ise folklorik olarak anıyorlar. Sizi sevdiklerini söyleyenler hiç de sizlere kavuşmak için ölümü istemiyor. Ölmekten, toprağa karışmaktan, toprak olmaktan çok korkuyorlar. Toprağın kokusuyla, yağmurun serinliğini dudaklarıma bırakarak gittiler dostlarım.

Önce bir ses, ardından bir görüntü ile gözlerimi mezarın dışındaki hayata açtım. Yoğun bakımdaydım. Avuçlarımdaki bir avuç taze toprağı saklayarak.

 

Orhan Yıldırım

Leave a Comment

İlgili İçerikler