SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Bir gün oturmuş yazı yazıyordum, uçarak açık duran pencereden içeri girdi ve maceramız da böylece başladı. Saçlarıma kolay taransın diye sürdüğüm ve içinde etil alkol bulunan kolonyanın kokusundan sarhoş olmuş gibi etrafımda dönmeye başladı. Elimle onu savuşturmaya çabaladım; hiç oralı bile olmadı. Sen misin, iyilikten anlamayan diyerek, çok yönlü kullandığım büyük makası elime aldım. Ben makasımı, pipomu temizlemekten tutun, sobadaki ateşi canlandırmaya kadar birçok işte kullanırım. Maharetli ellerimde ise etkin bir silahtır. İşte bu canım makasımı birkaç defa salladım, uzaklaştı, fakat bir süre sonra gelip tepemde dönmeye başladı; vızz, vızz…
Ayağa kalktım, o hala peşimdeydi. Banyoya gidip saçlarımı yıkadım, etil alkolü iyice temizledim. Hemen faydasını gördüm. Sinek benden uzaklaştı ve gece lambasının abajuruna kondu.
Birkaç saat hiç kımıldamadan öylece durdu. Sorunsuz bir biçimde yazımı tamamladım. Sonra meraktan olsa gerek, yakınına gidip incelemeye koyuldum bu küçük yaratığı. Gri kanatlı, orta boy, alelade bir sinekti bu. “ Haydi, uç, “ dedim. Hiç hareket yok. Elimi salladım, ürktü herhalde, uçtu ve odayı turlayıp, tekrar abajura kondu.
Onunla dostluğumuz da işte tam bu aşamada doğdu. Onun ısrarcılığına garip bir şekilde saygı duymaya başladım. Sempatik bir inatçılığı vardı. Başını bir yana çevirip üzgün üzgün bakıyordu bana; duygulanmıştım. Ancak duygularımızın karşılıklı olduğunu fark ettim; ben ne yaparsam, hemen karşılığını veriyordu. Bazen şımarıklığa kaçtığı da olmuyor değildi… Öğleden sonra dışarıya gitmek için kapıya doğru yaklaştığımda, tepemden uçarak geldi, adeta gitmemi istemiyordu.
Ertesi sabah erkenden kalkarak kahvaltı masasına oturdum. Kahvaltımı bitirip yazı yazmaya başlamak üzereydim. Odanın kapısında karşılaştık bu kez… Onu görünce iyice şaşırmıştım. Vızıldayarak odada birkaç tur attı, gelip koltuğuma kondu. Oysaki koltuğuma oturmasını istememiştim, ben oturacaktım oraya. “ Haydi, git oradan.” dedim. Kalkıp birkaç metre uçuşun ardından gelip yine koltuğa kondu. Uçup gitmezse, oraya oturacağımı söyledim ve oturdum da. Dostum sinek, uçtu uçtu, bu defa kâğıtlarımın üstüne iniş yaptı. “Git” dedim. Yanıt yok. Üfledim onu, birazcık kımıldadı ama yine de yerinden kalkmadı. “Hayır, olmaz,” dedim. Kulak kabarttı; düşündü taşındı ama yine olduğu yerde kaldı. Bir süre sonra, elime makasımı aldım. Sinek apansız açık pencereden uçtu gitti.
Aradan iki saat geçti, sineğin niye kendiliğinden çıkıp gitmesine izin vermedim diye hayıflandım. Neredeydi acaba? Başına kötü bir şey gelmiş olabilir miydi? Çalışıyordum ama sezgilerim olumsuz sinyaller veriyordu. Ben bu kötücül duyguların esiriyken birden sinek karşımda belirdi. Baktım bir de ne göreyim; ayaklarından birisi pislenmiş. “Bana bak, sen ya çamura ya da bulaşık sularına bastın, utanmalısın bu yaptıklarından” diye azarladım onu. Ancak geri dönüşünden epey mutlu olmuştum, çaktırmadan gidip pencereyi iyice kapadım. “Nasıl yaparsın bunu?” dedim. Sanki onu övüyormuşum gibi bana muzaffer bir eda ile baktı. Yapıp ettiklerinden övünç duyan bir sinek gördüğümü hatırlamıyorum. Oldukça keyiflenmiştim, katıla katıla güldüm. “Küçük yaramaz, afacan şey seni, bıdı bıdı, gel okşayayım seni biraz…”
Akşamüstü yine bana numara çekti ve odanın kapısını açtırmadı. Ona diklenerek, iyiden iyiye bir fırça attım. Tamam, bir dostluğumuz vardı ama akşamları beni eve hapsetmeye hiç hakkı yoktu. Onu yok sayarak dışarı doğru yöneldiğimde, odanın içinde burnundan soluyarak çıldırmış gibi fır dönüyordu. Dışarı çıkıp sinsice güldüm. İçimden dedim ki; “ Hey ahbap, evde yalnız kalma sırası sende şimdi, bay bay.”
Takip eden günlerde sinek benim sabrımı, dayanıklılığımı sınamaya başladı. Misafirlerimin yanında hiç uslu durmaz oldu. Benim yanımda birisini gördüğünde hırçınlaşıyor, bariz bir biçimde kıskanıyordu. Onları benden uzaklaştırmak için çeşitli manevralar yapıyordu.
Bütün bunların ötesinde ne zaman iyi niyetle ona yaklaşsam ve bir şey yaptırmak ya da öğretmek istesem, odanın tabanından tavana doğru öyle bir uçuş yapıyordu ki, insanın boynu kırılıyordu neredeyse. Tavandan beni izliyordu.”Düşeceksin, in aşağıya!” deyip bağırıyordum, ama nafile. Ben de sinirli bir şekilde hiç umursamadan “Cehenneme kadar yolun var deyip”, işimle meşgul oluyordum. Neden sonra süzülerek aşağıya iniyordu. Beni taciz ediyordu, onu görmezden geldiğimde de alçak uçuş yapıyor, burnumun dibinden hızla geçerek yazı yazdığım kâğıtlardan birinin üstüme atıyordu kendini. Onunla iyi geçinmek istiyordum. Son derece uzlaşmacı bir kimliğe bürünerek, sevecen bir ses tonuyla, “ Mürekkep banyosu yapmak zorunda değilsin, temiz ol biraz, o kağıdın üstünde yürüme” diyordum. Ancak sözlerim bir kulağından giriyor diğerinden çıkıyordu. Hiçbir uyarıma aldırmıyordu, hep kulak ardı ediyordu söylediklerimi.
Günler, haftalar birbirini kovaladı artık adamakıllı alışmıştık birbirimize. Beyaz kağıt zeminin üstünde beraberce mesai yapıyorduk. Sinek dostumla sevinçte ve hüzünde ortaktık. ,tabi saçma sapan merakları beni öldürüyordu bazen. Ancak çok merhametliydim ona karşı, hemen affediyordum.
Rüzgardan ve hava akımından hoşlandığını anladığım için kapıyı, pencereyi kapalı tutuyordum. Fakat o bazen sanki intihar edecekmiş gibi kendini pencerenin camına çarpıyordu. “Şayet dışarıda bir işin varsa lütfen kapıdan” deyip ona kapıyı açardım. Ama o, kapıdan dışarı çıkmazdı, bende kapıyı örterdim.
Bir sabah küçük dostum hizmetçi kız içeri girdiğinde kaşla göz arasında kapıdan kendini dışarı attı. Benden intikam almak ister gibi bir hali vardı. Bir müddet ortalıklarda gözükmedi. Bahçeye çıktım ve avazım çıktığı kadar “İstediğin kadar dışarıda kalabilirsin” diye bağırdım. Ona karşı derin bir özlem duymuyordum ama elimden de başka bir şey gelmiyordu. Ona hain bir tuzak kuracak değildim ya!
Böyle konuştuğuma bakmayın, birkaç saat içinde bedenimi bir özlem bulutu kaplamaya başladı. Evin tüm pencerelerini ardına kadar açtım. Onu tekrar çekebilmek için yağmura doluya aldırmadan yazı yazdığım kâğıtları pencerelere koydum. Kâğıtlarımın üstünde yürümesine hiç bozulmayacağımın işaretlerini verdim. Ev sahibesine bile sineği sordum. Saçlarımı yine etil alkollü kolonya ile yıkadım. Belki sineklerin kraliçesi benim sineğim gelir de başıma konar diye. Yok yok… Tüm çalışmalarım boşunaydı, gelmedi.
Fakat sabah geri döndü. O da ne? Yalnız değildi. Sokakta kendine bir sevgili bulmuş onunla birlikte geldi. Ona kavuşmanın kıvancıyla tüm kusurlarını bağışladım, hatta sevgilisiyle masum bakışmalarına bile ses çıkarmadım. Ama her şeyin bir sınırı, ölçüsü var. Bizimkiler odada hiç kimse yokmuş gibi davranmaya başlayınca tepemin tası attı. “Edepsizler, ayıp değil mi? Yaşınız kaç sizin?” diye bağırdım. Ben böyle bağırınca eski dostum sinek ne yaptı biliyor musunuz? Benim onu deliler gibi kıskandığımı ima etti. “Kim, ben mi?” dedim. Küçük dostum bakışlarını bakışlarımdan kaçırdı. Hışımla ayağa kalktım ve “Zavallı sevgilini gönder, teke tek çarpışacağız onunla” diye haykırdım. Büyük makasımı aldım elime ve çarpışmaya hazır bir şövalye gibi vaziyet aldım. İkisi birden benimle alay etmeye başladılar.
Sevgilisiyle birlikte masanın diğer köşesinde gülme krizleri geçiriyor ve “Şu makasına mı güveniyorsun?” der gibi bakıyorlardı. Öfkeyle “Hayır makasıma güvenmiyorum. O berduş sevgilinle şu cetvelle de çarpışırım” dedim ve makası fırlatıp attım. Kendi küçüklüklerinin farkında olmadan sözüm ona mutluluk kahkahaları atıyorlardı. “Terbiyesizliğin lüzumu yok, ayrılın birbirinizden” dedim, fakat hiç umursamadan birbirlerine sokulmak üzerineydiler ki, artık bu kadar yeter dedim ve…
Cetveli birden çarptım üstlerine. Biraz çatırdama sesi duyuldu, bir miktar sıvı masadan aşağı süzüldü. İyi planlanmış darbem onların sonunu feci bir biçimde getirdi. Ve böylece dostluğumuz da sona ermiş oldu.
O, gri kanatlı, orta boy, alelade bir sinekti işte. Sadece bir miktar hoş vakit geçirmişti benimle.
Knut Hamsun
Dünya Edebiyatından Seçme Öyküler s:171
KKM Yayınları