SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Dört aydan beri bir kalabalığa girse, bir uğultudur sarıyordu kulaklarını ve hiçbir şeyi anlayamıyordu. Biriyle söyleşiye otursa, ya duyuyormuş gibi başını sallamak zorunda kalıyor, ya da “Bir daha desene!” diye, yineletip duruyordu.Bir süre sonra telefon da vızıltıya dönüşmeye başladı… Dahası, yakın değilse eğer, kapı zilinin farkına bile varamaz oldu.
Tek eğlencesi televizyondu, ama nedense hep kısması isteniyordu.
Kocası, daha “sağırsın” dememişti, ama gözleri çoktan beri bar bar bağırıyordu sanki ve bakışları acımsı acımsıydı adamın.
Kızın, hiçbir şey umurunda değildi, ama oğlan, “Böyle olmaz be anne! Doktora gidelim bari.” diyordu. Diyordu da…
Gide gide komşularıyla bağları koptu. Kendisini temizliğe verdi ya da mutfağa kapattı.
*
Bir akrabanın düğününe davetliydiler.
Ailecek gidildi. Çocuklar eğlenirken, karı koca bir köşeye çekildiler. Çoktan beri görüşemediği arkadaşı Nazlı çıka geldi. Hal hatırdan sonra kadın, “Kız Şadiye” diye bağırdı, “sen duymuyon galiba.”
Sıkıldı, utandı: “Ama…”
Nazlı, sol kulağını kapatan saçlarını arkaya sıyırdı, “Bak kız” dedi, “ben de senin gibiydim. Amma şimdi her şeyi anlıyorum ayol.”
Şadiye, yalnızca “Ya!” diyebildi.
O günden sonra, “Kız sen tam bir salaksın ha! Niye çekiyorsun onca sıkıntıları deli?” dedi içindeki beni. Kendisi bene, ben kendisine kızdı durdu. Sonunda yemin üstüne yemin etti: Kimseye söylemeden varacak, her neyse itebilmenin çaresi, bir yolunu bulacaktı artık…
*
Gelip geçerken gözlerine takılıveren tabelaya üç beş adım kala başını kaldırıp baktı, “Tamam” dedi içinden, “burası olmalı.”
Daha eşiği bir adım geçe, masada oturan genç kız kalktı, alnına dökülen saçlarını arkaya attı ve gülümsedi, “Buyurun.”
Odiyometrideki kız da bu denli saygılıydı, karşılarken.
Duydu duymadı, ama dudaklarından davet ettiği besbelliydi kızın… “İşitme cihazına bakacaktım da…”
Gösterilen koltuğa oturdu, çantasını kucağına aldı. Gözleri karşı duvarda asılı çerçeveye kayıverdi birden; diplomadaki kadın, bu kız değildi ama…
Kız döndü, arkadaki kapıyı açıp birilerini çağırdı.
Resimdekine benzer, ama az biraz yaşlı bir kadın geldi, elini uzattı. Olası hoş geldiğini söyledi ve karşısına geçti. Bir şeyler daha dedi. Belki hal hatırdı, ama pek kestiremedi. “Af edersiniz, anlamadım!” demeliydi, ama utandı ve sustu.
O gün, o erkenden vardığı poliklinikte de böyle olmuştu…
Sabahın ta yedisinde sıraya girmişti. Önünde üç kişi vardı, arkasında ise onlarca. Salon, insan ve uğultu harmanıydı sanki. Çağırılınca duyup duyamayacağından endişeliydi, ama kapı üstündeki ekranda dördüncü olduğunu görünce…
İçerde, bir şeyler mırıldanmıştı doktor; hasta koltuğuna oturtulduğunda, elma dilimi dudakları açılıp kapanırken, tıpkı şu kadın gibi. Ne de uzun sürmüştü muayene! Sonunda, bir çırpıda derdini döküverdiğini anımsayınca…
Yolun sonuna mı geliyordu ne! Biraz sonra işitip işitemeyeceği, anlayıp anlayamayacağı ortaya çıkacaktı.
“Hoş geldiniz.”
İçinden, “Tamam.” diye geçirdi, kadının şişiveren boyun damarlarına gözleri takılırken. “Hoş bulduk.”
Kadın, ağzını daha bir açtı: “Raporunuz var mı efendim?”
Kadının boyun damarları ile doktorun kocaman gözleri arasında bir bağ olabilir miydi acaba? Belki… Kadının ağzı yayıldıkça, daha iyi anladığını fark etti. Uzandı, çantadan bir plastik dosya çıkardı ve uzattı: “Buyurun.”
Kurul sekreteri de böyle uzatmıştı dosyayı, içindeki her şeyin çok kıymetli olduğunu tembih ede ede. Ne tatlı bir kadındı o! Her dediğini tek tek söylüyordu ve bir anda içi kaynayıvermişti kıza. Oysa çok değil iki saat önce kurula çağırıldığı zaman, bir masanın arkasında oturan doktorların karşısında apışıp kalmıştı. Kendisine bağırıp duran genç doktorun neydi o suratı! Borudan çıkar gibiydi, dudaklarından püsküren sözleri…
Kadın, “Hım.” dedi olasılıkla ve evrakları incelemeye başladı. Raporla odiyometri grafiğini önüne aldı, yine boyun damarları kabara kabara, “Evraklar, rapor tas tamam Şadiye Hanım.” dedi.
“Efendim?”
“Her şey tamam, yani!”
Bu kez az biraz kısık mıydı ne, kadının sesi… Gülümsedi ve anlamış gibi başını salladı.
Kadının ağız kasları gerildi, “Şadiye Hanım…” dedi, yine damarları şişerken, “Ne dersiniz? Cihaz denemesi yapalım mı?”
Odiyometriden aldığı grafiği götürdüğünde doktorun söylediği sözün içinden yalnızca “cihaz” sözcüğünü anladığı aklına geldi… Kalanı için bön bön baka kalmıştı. Kendisini işaretle çağıran hemşire de kurula gireceği saatin yazılı olduğu bir kâğıt tutuşturmuştu eline…
Soruya yanıt vermeliydi: “Tamam, olur.”
“Buyurun öyleyse!”
Kapısında CİHAZ DENEME ODASI yazan yere geçtiler ve kadın, kapıyı kapattı. Bir masanın önündeki koltuklara karşılıklı oturdular.
Burası da odiyometri gibi, olası, yalıtımlıydı. Odaların benzeşip benzeşmediğini merak edip bakındı: Koltuklar dışında, masada bir bilgisayar, üç tane kutu ve tanımlayamadığı iki cihaz vardı, yabancı yabancı…
Kadın aniden kalktı ve bilgisayarı önüne çekti. Kutuların birinden, Nazlı’nın gösterdiği cihaza benzer bir aygıtı aldı. Ara kablosunun ucundaki yuvaya koydu ve odiyometri grafiğine baka baka birtakım şeyler yazdı. Cihazı yerinden çıkardı ve saat piline benzer bir şey taktı. Kulağına tuttu ve gülümsedi. Ardından, ucunda memecik bulunan incecik bir hortumu cihazın boynuzuna geçirdi. Geldi, sağ kulağına şipşak yerleştiriverdi.
Bir anda bir hışırtıdır koptu odada. Kadın yerine geçerken, Şadiye’ye doğru bir yel esti neredeyse. Oturduğu koltuk gacır gucur öttü. Nefesi bir lodostu kadının, yüzüne yüzüne üflenen…
Kadın gülümseyerek, “Şadiye Hanım” dedi, boyun damarı kabarmadan. Elini uzattı, “ben Nurgül.”
Bu kez, hafif bir uğultuyla süzülüp gelen açık seçik, az biraz metalik bir sesti odaya dolan; çoktan unuttuğu, dört aydan beri hiç mi hiç duyamadığı ya da bazen zar zor anlayabildiklerine karşın net bir söz… Bir itiyle gülümsedi: “Memnun oldum.”
“Ben de.”
Bir pencere mi açılmıştı ne, kulaklarında! Bir yerleri mi yırtılmıştı, kepçeleri kapatan köselenin? Yoksa bir düş müydü bu? “Değil…” dedi içindeki ben. Değildi elbet! Hayal mi? “Hiç mi hiç değil!” İşte, karşısında Nurgül, masa, duvarlar, koltuklar…
Sağ parmaklarıyla sol eline bir çimdik attı…
“Ee Şadiye Hanım!” dedi Nurgül, gözleri dolu dolu, “Beni duyabiliyorsunuz sanırım.”
Anlamadığı hallerde oynayıp durduğu oyun… Hınzırca gülümsedi ve başını sallamaya başladı: İki, üç, dört… İçi o denli dolu doluvermişti ki, fazla dayanamadı, avazı çıktığınca bağırdı: “Evet!”
Nurgül, “Bu daha başlangıç Şadiye Hanım.” dedi ve gülümsedi, “Zamanla her şeyi daha iyi işitebileceksiniz.”
Taşı taşıverdi öteki beni; hoppacık, delişmen… Uzanıp Nurgül’ün ellerine sarıldı, “Anam” dedi, “ben bu kadarına çoktan razıyım!”
“Ya!”
Gözleri sulu sulu: “Teşekkür ederim Nurgül Hanım! Sağ olun…”
“Ne yaptım ki Şadiye Hanım? Tümü şu cihazın marifeti!”
Her neyse, bir çocuk uyanıverdi içinde, sanki etekleri zil çalan, kabına sığamayan, kıpır kıpır bir kız çocuğu…
Aniden, zıpır bir fikir geldi aklına; delice bir şey, ta gerilerde, çokça annesine yaptığı günlerdeki gibi bir şeytanlık…
Kadının ellerini bıraktı. Arkasına yaslandı, gülmemek için istencine yüklendi. Derin derin soludu. Gözleri iri iri, “Nurgül Hanım” dedi, “bana bir şeyler fısıldar mısınız?”
Şaban Şimşek