SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
“Bir atımlık barutu olmak” diye düşündü. Gerçekten bir atımlık ömrü vardı önünde; on bir atımlık dosyalarına karşın.
Okuduğu ‘sona giden yol öykülerinde’ saklı bir umut bulunurdu hep. Oysa bomboştu geçmişi ve önü. Bazen düş gördüğünü sanardı, başı sonu birbiri içinde. Yüreğine bir hüzün otururdu. Aldığı ilaçlar, ağrılar doğaldı ya da aklı sıra öyle sanıyordu. Ta doğduğu günden beri olağan bir yaşamdı sözüm ona gözledikleri. Ara sıra ‘ölüm’ sözcüğünü anımsamasa, bir biçimde yaşar giderdi; ancak yapacakları vardı daha, yapacakları…
Oğulları, gelini ve torunu, elbette birer filiz, birer çiçektiler. Var olmayı taşıyacaklardı, ileriye doğru, kendileri de var olurken. Başka bir deyişle, aynı elmanın tohumlarıydı onlar, Nalân’la ekip, bakıp, sulayıp büyüttükleri.
Romanları da böyleydi aslında. Özeldi ve tekildi, ama genele taşınmayı bekleyen, tıpkı elma tohumları denli, zorunlu. Onca emek vardı, harfinden noktasına kadar; onca tutku, kara sevda gibi bir şey…
Sağaltım tasarına bakılırsa, en çok iki yılı vardı önünde, ama bir yılı çoktan bitmişti zaten. Ayakta mı, yatalak mı, bilmiyordu; bilinçli, bilinçsiz, öyle ya da böyle. Eğer bir umut parlamasaydı ufukta…
“Baba” demişti oğlu, “dosyayı hocaya gönderdim. Akşama yanıt gelecek. ”
Akşama kalmadan haber vermişti hoca. ‘Hemen gelin’ diyormuş…
Hemen gitmek… Bir şey ‘ha’ deyince şipşak oluvermiyordu ki!
Biliyordu… Biliyordu elbet, zaman tek düze yürürken, yaşamın o denli koşullara sarmal olduğunu da!
*
Dosya… Eğer yaşam tutulan bir dosya içeriğine bağlıysa, özelden genele atlamak da neden başka dosyalara bağlı olmasın! “Ama” diye mırıldandı, istediği şey aklından geçerken, “çok değil, iki üç yıl be usta! Çok değil iki üç yıl…”
On bir kere ateş etmeye yetecek barutu vardı elinde, bir tutam umuda on bir dosya…
Eline geçince beklentinin somut hali, parmakları da klavyeye hükmetmeyi yeniden öğrenmeye başlayınca, belleğinin kesik kısık gelgitlerine koşut, on birin birini seçti ve birinci bölümü başka bir pencereye kopyaladı.
Derin derin soludu. İlk romanıydı bu, bittiğinde kendisini yapayalnız hissettiği, tanımı yapılamayan bir boşluk ve diniveren sancı sonu yeğnilik benzeri bir duyumla yayılıp kaldığı. “Belli” diye mırıldandı, “okudukça sanki yeniden yazacağım seni…”
Tekdüze aralıklarla gün boyu oturdu kalktı.
Bölümü, özenle taradı. Bir iki sözcüğü düzeltti. İki paragrafı çıkardı, yerine yenisini yazdı; ta ki bitinceye değin, adeta soluksuz. Sonra ikinci, üçüncü ve sonuncu bölümleri…
Üç gün sürdü, okuyup kalkması, koridorda volta atıp yeniden bilgisayar başına geçmesi. Belleği yineletmesin diye dosya başına bir G harfi koydu, cezaevi mektup damgası gibi.
Özelden genele geçirmek, tahliye etmeye benzerdi, belki de. Büyük bir davaydı bu, ‘özgürlük’ diyen, ancak hard diskte tutuklu on bir ömür… Gülümsedi ve “Hım.” dedi, “umarım, bir ay içinde hazır olur.”
*
Görücüye çıkmak, bir çeşit yargılamaydı, olası.
Yataklı döneminde, Aşk Gibi adlı bir roman okumuştu, zar zor da olsa. Yazarı, okul arkadaşı Hasan’ın yeğeniydi, birkaç ay önce ‘geçmiş olsun’ diye arayan. Geçmişte, bildiklerini paylaşırdı dost, en azından yol yordamı…
Hasan, “Bak Salih Tahir” dedi, “bu tür işler editörde bitiyor, haberin olsun.”
“Nasıl?”
“İstersen bizim editöre…”
“Kim, nasıl?”
“İlhami Taş. Tanınan biri.”
“Evet.”
“İnternetten ulaşabilirsin. Yeğen öyle yaptıydı.”
“Teşekkürler dost.”
“Ha, bak kardeşim! Bu iş az biraz paraya bakıyor, bilesin.”
Bir dosya, değerli olduğu için değil de para karşılığı kitaplaşacaktı demek! Kefaletle tahliye olmak gibi bir şeydi bu! Nutku tutuldu adeta, “Olacak şey değil!” dedi içinden ve Hasan’a teşekkür etti.
Emindi ya da umuyordu; ilkin iade edilse bile, er geç bir yayınevi kabul edecekti, içlerinden birini. Okuduğu kitap serüven öykülerinin çoğu böyle başlardı. Belli, bu iş kolay değildi, ama parayla…
İlhami Taş’ı buldu ve arkadaşından da söz ederek bir ileti gönderdi.
İnternette başka bir editör, ‘her dosyanın yanında kısa bir özeti olmalı, buna yazarın özgeçmişi ve iletişim bilgileri de eklenmeli’ diye öğüt veriyordu. “Bakalım” dedi kendi kendisine, “ne olacak, göreceğiz.”
Aynı zamanda bir fikir geldi aklına,“Eğer” dedi, “İlhami Taş bu işi yapıyorsa, başkaları da vardır.” On kadar editör saptadı ve tümüne, “Bitmiş on bir romanım var. İlgilenir misiniz?” diye yazdı.
Hastalanmadan çok önceleri, bazı dergilere de benzer iletiler gönderdiğini anımsadı: Romanlardan, öykü niteliği taşıyan bir bölüm yayınlansın diye. Çokça, övgüler gelirdi karşıdan.
Ara sıra çıktı alır, anlayan tanıdıklara okutur, görüşlerini sorardı. Beğeni ya da değer ölçütü buydu zaten.
Üç gün içinde dört yanıt geldi.
İlhami Taş, en güzel saydığı bir dosyayı, özgeçmiş ve iletişim bilgileriyle birlikte e-mail adresine gönderirse değerlendirmeye alacakmış…
İyi ki internet vardı, değilse şu kısıtlı günlerinde fotokopi çektirmek, kargoya vermek apaçık tedbirsizlik olacaktı. Sokağa inse, uğrak bir yere girip çıksa hemen ateşi yükseliyordu. Her ilik nakli olan böyle mi korunmasız kalırdı, bilmiyordu; ama bağışıklığın oturması biraz zaman alacaktı belli…
İki editör, ele alacakları dosyaya karşın sayfa hesabı ücret istiyordu.
Romanlarında yazım, dil ve anlatım konusunda fazla bir sorun olacağını sanmıyordu. Bir yarışmaya gönderdiği dosya için aldığı benzer bir beğeni, bunun apaçık kanıtıydı. Yine de birkaç sözcük gözden kaçabilirdi, ama ücretle baktırmak…
Önceki gün, sabah ona doğru, dostlardan bir grup ziyaretine gelmişti. Öyle sevinmişti ki, anlatamazdı duygularını. Romandan, öyküden, yayından, müzikten, dergilerden söz ettiler, ama çabucak akşam oluverdi…
Yine ateşi yükseliyordu işte. Kalçasından göğsüne doğru yayılan bir ürpertiyle titreyip duruyordu kaç dakikadır. Nalân, alışıktı gerçi, ateş ölçeri alıp geldi ve alnına tuttu: 38.1 diyordu ekran. 39’a kadar yolu vardı. Fanilayı çıkardı. Hava iyiydi, soğuk almazdı herhalde. Bir süre bekler, son noktayı bulunca ilacını alırdı gayrı.
Bugün iyiydi artık.
Son aldığı bir yanıt, kendi seçeceği dört romanın özetleri üzerinden bir değerlendirme yapacağını yazıyordu.
Özet kısmı doğruydu, başta aldığı öğüde göre. Her dosyanın kısa kısa özetini çıkardı. Bu da tamamdı ve isteyene gönderirdi, bundan böyle.
O, parmakları klavye ile yeni yeni barıştığı sıralarda bir facebook hesabı açmıştı, ‘oyalanırım, dostlarla buluşurum’ diye. Günde on beş yirmi dakika izler, bir yandan da ulaşabildiği kişileri takip ederdi. Onca görme sıkıntısına karşın epeyce mesafe almıştı facebookta.
Okur grubuyla bir sahafta buluşan ve edebiyat üzerine birtakım bildirimler paylaşan bir arkadaşa, bitmiş romanları olduğunu, önerebileceği bir editöre ulaşıp ulaşamayacağını yazdı.
Bir dosya, bu arkadaş kanalıyla bir hocaya postalandı, daha öyle duruyor…
İnternette gezinirken, rastlantı sonucu Yayıncılar Birliği Sitesi’ne ulaştı.
Güzel bir erişimdi bu. Tanıdığı ve bilmediği bir yığın yayınevinin e – posta adresleri elinin altındaydı gayrı.
Uğraş alanında roman yazan tüm adreslere, bitmiş dosyaları olduğunu, ilgilenip ilgilenmediklerine değgin bir ileti gönderdi.
O sabah hava o denli güzeldi ki! Giyindi. Nalân’a, derneğe kadar gideceğini söyledi. İlk kez çantasını omzuna aldı; havlu, mendil, kimlik, telefon, kalem, not defteri koyduğu.
Dernek kapalıydı, ama dostlarıyla öğretmenevinde buluştular.
Kara kuru bir sundurma altıydı, oturdukları masanın bulunduğu yer. Açık hava çay ocağı gibi çalışıyordu. Temiz ve çayı da oldukça güzeldi. İkindiye kadar hasret giderdiler. Yürüyerek gelmişti, ama dönüşte arkadaşın biri arabayla eve kadar getirdi.
Yorulmuştu, ama yatmadan interneti açtı. Çoğu, hâlâ suspustu, ama bugün, meğer beş yayınevi dönüş yapmış.
Biri, dosyaların yayın ilkelerine uymadığını; diğeri, bir sene içinde dosya kabul edemeyeceklerini; üçü, kendisinden romanları, birer özetini, öz geçmişini, iletişim bilgilerini e-posta ile istiyordu.
İstekleri, adreslere yükledi ve yattı.
*
Bir aydır tıs yoktu dosya isteyen yayınevlerinden; ancak bir ileti dönmüştü bugün. Heyecanla tıkladı ve okumaya başladı.
“Salih Tahir Bey,
Gecikme için kusura bakmayın.
Ama bu aylar bizim için biraz telaşlı ve kaotik zaman dilimleri.
Dosyanızı inceledim. Bazı yazım hataları dışında temel anlamda bir şey gözüme çarpmadı.
Bu ve benzeri edebiyat formunda üretilmiş metinleri, birinci basım finansmanını yazarının karşılaması koşuluyla baskıya hazırladığımızı üzülerek belirtmek zorundayım.
Eğer kitabınızın baskısı için ayırdığınız, en azından matbaa maliyetini karşılayacak kadar bir bütçeniz varsa, detaylar için yeniden yazışalım.
Selamlar, iyi çalışmalar…”
Çok değil iki üç yıl istemişti ustadan, on bir atımlık dosyaya karşın…
Şaban Şimşek