SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Merkez dâhil sekiz köy bağlıydı bu karakola. Çok az vukuat oluyordu mıntıkada. Bucak müdürü, “sakin bir bölge” demişti, göreve başladığı gün ziyaretine geldiğinde.
Gerçekten sakin bir yerdi bucak. Çokça Yörüklerle ilgili zarar ziyan, takım kakma, kız kaçırma, çok az kavga, basit yaralama vakaları görülürdü. Çoğu, zaten karakola gelmeden tatlıya bağlanırdı ve kendisine işi resmiyete dökmek kalırdı yalnızca.
Bugün ise garip bir vaka geldi. Kızılkaya’dan bir alkaç şikâyetiydi bu. “Olacak şey değil!” diye mırıldandı Ali Başçavuş. “Bir buçuk yıldır buradayım, kayıtlarda Kızılkaya’ya ait hiçbir olay yok ama.”
Baba Sarı Musa, kızını kaçıran oğlandan çok Horozluları suçluyordu. Alkaçın, oradan birinin evinde saklandığından öyle emindi ki! “Onlar” diyordu şikâyetinde, “Karatepeli, komutanım. Zaten Deli Duran’ın güzlesi o köy.”
Adam, Kara Mustul’u iz sürmeye çıkarmış, tümü Horozlu’ya varıp dayandığı halde, Deli Duran ‘hıh’ demiş, ‘var’ dememiş. “Çünkü” dedi Musa, “Karatepeli o.”
Ali Başçavuş, Musa’ya hayretle, “Ne yani” dedi, “ne olmuş Karatepeliyse?”
“İnatçı olurlar, saçma sapan işler yaparlar…”
“Ee?”
“Duran “hıh’ diyor, “alkaç burada” demiyor baksana.”
“Neden?”
“Sudan… komutanım.”
“Ne suyu bu Musa Efendi?”
“Deli su.”
Yine, kendi aralarında çözüldükten sonra, tarafların ifadeleri alınarak Sarı Musa alkaç dosyası da kapatıldı. Ara sıra gelen Horozlu ya da Evcili ile ilgili vakalarda da deli su konusunun açıldığını ya da söz arasında adın geçtiğini gördü Ali Başçavuş. Bunlar, pek önemli olmayan adi olaylardı aslında; ama Karatepe ile su özdeşti sanki.
Köylü, ‘deli su’ diyor, ne kadar sıkıştırırsa sıkıştırsın, başka bilgi alamıyordu. Sonunda, bucağın yaşlılarına da sordu; herkes “deli su” diyordu, ancak ne gören vardı, ne yerini bilen ve ne de kullanan. İlginç olan, “Ben de içtim” diyen yoktu, “Şu da içti” diyen hiç yoktu, ama köylülerin değer yargısı ile çelişen her densiz işte bu suyun parmağı vardı sanki.
İçini bir meraktır sardı.
“Kayıp baş” öyküsünü duyuncaya kadar merakını giderecek herhangi bir atılımda bulunmadı Başçavuş Ali.
Olay, can sıkıcıydı. Yer Karatepe, oyuncular da Evcililerdi. Apaçık bir cinayetti bu, ama ne gariptir ki ortada cani olmadığı gibi bir ceset de yoktu. Öykü, garip bir inançla anlatılıyordu, ama ne zaman geçtiğini söyleyen bir tanık yoktu ve bu, kimsenin umurunda değildi. Bir masaldı, belki de. Aslı astarı olmayan bir vaka için gidip soruşturma yapmak da köylüye devlet güvenini yitirttirdi, Ali Başçavuş’a göre.
Ormandan tarla açma hapsi çıkan Evcili’den Kara Mehmet’in yakalanma emri, sanki imdadına yetişti başçavuşun.
Bir fırsattı bu emir. Kara Mehmet’i bilirdi az buçuk; yoksuldu, ama dürüst ve güvenilir bir adamdı.
Osman Onbaşı’yla bir eri Evcili’ye gönderdi. Akşama kalmadan adamı alır gelirlerdi artık.
Onbaşı, ikindiye kalmadan Kara Mehmet’i getirdi. Kelepçe vurulmuş. Gereksiz bir önlemdi bu, hele bu adam için. Ellerini açtırdı, bir köşeye çekip onbaşıya da kayarını verdi ve Mehmet’i odasına aldı.
Adam, tek duruşta bekliyordu. Korktuğunu sanmıyordu Ali, ama kesinkes saygısındandı ayakta kalışı. Köylü, ‘otur’ dersen oturur, ‘git’ dersen giderdi, asla devletle dalaşmaya girmezdi bildiği kadarıyla.
Adama bakıp gülümsedi, “Mehmet Efendi!” dedi, karşı sandalyeyi gösterip, “Otursana.”
Mehmet, sandalyeye adeta turktu ve ellerini dizlerine koydu.
“Ne kadar yatacaksın, biliyor musun?”
“Dört ay başçavuşum.”
“Yatağın yorganın var mı? Bak, yazbahar da olsa içerisi soğuktur ha!”
Adam, ‘sağ ol’ der gibi Ali’ye baktı, “Oğlan” dedi, “yarına yetiştirir.”
Bir an düşündü, artık Kara Mehmet’i sabaha gönderecekti Mersin’e. “Rahat ol!” dedi, “Bu gece misafirimizsin.”
Mehmet, şaşkın şaplak bakakaldı. Yutkundu ve başını eğdi. İçine bir korkudur dolmaya, dizleri titremeye başladı. Karakolda kalıp da dayak yemeden çıkılmazdı çünkü.
“Bak Mehmet Efendi!”
“Buyur komutanım.”
“Sana bir şey soracağım, gizlemeden, saklamadan diyeceksin ama.”
Normal zamanda olsa, “buyur komutanım” derdi; ancak başını yavaşça kaldırdı ve öylece kaldı.
Ali Başçavuş birden fark etti, “Adam titriyor be!” dedi içinden, “Sakın korkmasın…” Oysa kış devriyesi köye uğradığında ne denli güleç ve güler yüzlüydü adam.
Mehmet, bacaklarını birleştirdi ve yeniden başını eğdi.
‘Korkma, dayak mayak yok’ diyemezdi, “Ha!” dedi ve gülümsedi, “Aklına bir şey gelmesin, nezarethanede değil, misafirhanede kalacaksın.”
Bir iki soluk içinde adamın suratı düzeldi, gözleri ışıldadı ve başını kaldırdı, “buyur başçavuşum’ der gibi baktı.
Ali, “Yahu” dedi, “şu taş ürkütme işi de ne, onu soracaktım.”
…bir gün Evcililerin kahvede toplanıp ‘sığır, davar, hayvan, insan aniden önüne çıkan şeylerden ürküp kaçtığına göre, kaya da ürker mi acep’ diye tartıştıklarını, bir karara varamayınca, ‘en iyisi, Karatepe’ye çıkıp deneyelim’ dediklerini, bir yarın başına geldiklerini, içlerinden birinin yarın altına saklandığını, diğerlerinin de koca bir kayayı yukardan aşağıya doğru yuvarladıklarını, taş gelirken adamın “Hooo!” diye ayağa kalktığını, ama kayanın tekerlenip gittiğini, varıp baktıklarında adamın başının yerinde olmadığını gördüklerini, başsız bedeni köye götürüp karısına, ‘eskiden kocasının başının var olup olmadığını’ sorduklarını, kadının da ‘ne bileyim ben, akşam sıkma yerken sakalının töm töm ettiğini’ söylediğini ikisi de biliyordu aslında…
Mehmet, hafifçe gülümsedi, “O” dedi “ eskiden olmuş amma.”
“Yani?”
“Babam bana anlattıydı, ona da dedem demiş.”
“Ya!”
“Masal gibi.”
“Neden?”
“Tümü Karatepe suyu içmişler de ondan…”
Ne biçim suydu bu, masal musal, birçok garip şeyin nedeni olan? Merakı bir kat daha arttı Başçavuş Ali’nin.
Mehmet’i, er konuk koğuşuna gönderdi.
Bir an düşündü, zaten hep böyle yapardı; birkaç er alıp Karatepe’ye çıkacaktı. Bu suyu bulacağından kesinkes emindi artık.
Merkeze telefon etti, dört erle yarın Karatepe Yörükleri asayiş devriyesine çıkacaklarını bildirdi. “Hım!” diye mırıldandı, “Merkez her şeyi tamı tamamına bilecek değil ya…”
Karakola at tahsis edilmemişti daha. İlyas Çavuş’u çağırdı, ‘akşamdan Halim Ağa’ya, Mençek Ahmet’e, Duramaz’a, Kel Durdu’ya gitmesini, yarın için atlarını vermelerini’ söyledi.
Sabah tadatından sonra, kendisi alışık olduğu Duramaz’ın atına, İlyas ile iki er de diğerlerine bindiler ve atları Ayvagediği’ne doğru tepiklediler.
Karatepe Koyağı’nda, Kara Pınar’dan bir genç kadın çıktı, kendilerine doğru yürüyen. Başçavuş eliyle ‘yavaşlayın’ işareti yaptı ve kadın önlerine gelince durdular. Kendisini yan yan süzen kadına,
“Bacım” dedi, “az bakar mısın?”
Kadın, komut almış gibi çakıldı kaldı ve başını kaldırdı, “Hee!” dedi.
“Sen, Karatepe’den mi geliyorsun?”
“He ya!”
“Oralarda bir pınar ya da çeşme varmış, yerini biliyor musun?”
Kadın, beklenmedik bir biçimde kıkırdadı. Başını çevirdi, “Tahanaka.” dedi, Kara Pınar’ı gösterirken.
Er Halil bir komutana, bir kadına bakıp kıs kıs güldü.
Çavuş, komutana mel mel baktı.
Öteki erin dünya umurunda bile değildi, olası memleketinde bir yerlerin hayalini kuruyordu çiçeklere, kengerlere, ardıç ağaçlarına bakıp.
Başçavuş Ali, “Yani…” dedi kadına, “şu malum su bacım.”
Kadın, “Dedim ya komutan.”dedi, şaşkın şaşkın, az biraz da korkarak.
Başını iki yana sallayan Ali, “Ya!” dedi, “Sağ ol bacım.”
Eliyle ‘gidiyoruz’ komutu verdi ve pınarı geçip bir çığıra girdiler. Yol, kayalık arazide piynar, meşe, andız, tömek ve ardıç ağaçlarının arsından kıvrıla kıvrıla yükseliyordu. Bir an geldi, sağda uzanıp giden bir kayaya karşın yokuş bitiverdi ve adeta düz bir araziye çıktılar. Bir kaç dakika sonra da bir tarlaya vardılar.
Kayalıkların arası yemyeşilken tarla yer yer otlarla kaplı, yer yer boz kızıl bir topraktı. İlerde, çalılığa bakan sınırda bir çadır kuruluydu.
Çavuş, “Komutanım” dedi, yer yer otsuz yerleri gösterip, “davar yatağı burası.”
Tarlayı yarıladıkları sırada bir köpek havladı. Kara Pınar’dan beri kıs kıs gülüp duran Halil, gözleri fal taşı, tüfeğini kucağına aldı. Bir köpek daha katıldı öncekine ve kendilerine doğru koşmaya başladı.
Çadırdan yaşlıca bir erkek çıktı, elini ağzına götürdü ve bir ıslık çaldı. Köpekler oldukları yere büzülüp kaldılar. Adam ağır ağır yola çıktı. Kendilerine döndü ve dikeldi. Birkaç adım kala şapkasını çıkardı, “Hoş geldin komutan!” dedi, “Çadırıma buyurmaz mısın?”
Askerler bakıştılar, ama komutan aldırmaz görünüyordu.
Adam, belini doğrulttu, “Ha komutan?” dedi, “Buyurun.”
Başçavuş, eliyle anlamsız bir işareti yaptı ve “Sağ ol amca.” dedi, “Başka zaman inşallah.”
“Hayrola?”
“ Acelemiz var da.”
“Ya!”
“Ha, amca! Sana bir şey soracağım. Bir pınar varmış buralarda… Yani malum!”
Adam, hafifçe gülümsedi, “Pınar mınar yok amma” dedi ve eliyle aşağı tarafı işaret etti, “Şorda bir kuyu var.”
Komutan ‘cuk cuk’ etti, “Kuyu değil amca pınar veya çeşme, her neyse.” dedi, “Yani şu suyunu içeni…”
Halil, tüfeğini omzuna astı, yine kıs kıs güldü.
Adam, “Ha!” dedi, “İlerde iki tane pınar var, bir de çeşme.”
“Ya…”
“Üçü de yol üstünde ha.”
Komutan memnun, “Sağ ol amca.” dedi ve sağ elini havaya kaldırdı, ‘yürüyün’ işareti yaptı.
Pınarın ikisi de dere yatağındaydı, hele birisi ha kurudu ha kuruyacaktı sanki. Birkaç metre ilerde yatağını bile ıslatamıyordu.
On, on beş dakika içinde çeşmeye vardılar.
Yontma taştan, kemerli, kaşlı, su taslı Toroslara özgü bir çeşmeydi bu; koca bir tarlanın ortasında ve asırlık bir meşe ağacının altında.
Çavuş, “Komutanım…” dedi ve erlere bakıp sustu.
Başçavuş, “Tamam İlyas.” dedi, “Yorulduk. Biraz dinlenelim. Atlar da sulansın.”
Çavuşla erler indiler ve atları tekneye çektiler. Atlar sulanırken önce çavuş, ardından sessiz kalan er çeşmeye yanaştılar ve mataralarını doldurup başlarına diktiler.
Kıs kıs gülüp duran Halil çeşmeye yanaştı, avuçlarını lüleye dayadı ve doyuncaya kadar içti. Matarasını doldurdu ve palaskasına astı.
Başçavuş hâlâ attan inmemişti, sanki hemen yola koyulmak ister gibi bir hali vardı. Atı tekneye çevirdi, yine kıs kıs gülen Halil’e, “Asker” dedi, matarasını uzatıp, “Şunu da dolduruver bakalım!”
Er, bir ayağı tekne kaşında, başını başçavuşa çevirdi. Gözleri alev alev, yine kıs kıs güldü. Eliyle havada bir makas yaptı, “Onuruna yediremiyon mu ulan!” diye bağırdı, “İn de kendin doldur!”
Şaban Şimşek