SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Büyükannemin vefatından bir yıl önceydi… Tüm itirazlarımıza rağmen pazar kahvaltısı için kendi evinde toplanmamızı istedi. Hiçbirimiz onun isteğine karşı gelemezdik. Yardımcısının hazırladığı mükellef kahvaltı sonrası aile fertlerinin salonda toplanmasını rica etti. Sükûnetle kahvelerimizi içmemizi bekledi. Yardım isteklerimizi nazikçe geri çevirdi, sedef kakmalı bastonuna dayanarak ayağa kalktı. Bulutlanan gözleriyle hepimizin yüzüne tebessümle baktı. Sevgi sözcüklerini cömertçe sarf etmeyi seven büyükannem sakin bir ses tonuyla:
“Sevgili yavrularım! Hepinizi çok ama çok sevdiğimi bilirsiniz. Hiçbirinizden iğne ucu kadar kötü bir davranış görmedim, kötü söz işitmedim. Allah hepinizden razı olsun… Yaşım kemale erdi, sona doğru yaklaştığımı hissediyorum ama Allah’a şükür ki aklım başımda. Bir karar verdim daha doğrusu rahmetli babanızın da düşüncesi bu yöndeydi. Sizlerin hali, vakti yerinde… Bizden kalanlar torunlarınıza da yeter artar bile. Fakat oturduğum daire ile rahmetli babacığımdan payıma düşen çarşıdaki han ile hamamın mülkiyetini Türk Eğitim Vakfı’na bağışlamak istiyorum. Prosedürü en iyi Kuthan bilir. Kutan’cığım vekilim olarak işlemleri başlat lütfen. Emri hak vaki olunca da…”
“Allah geçinden versin anneciğim… Allah geçinden versin büyükanneciğim…
Veda konuşması gibiydi büyükannemin içimizi acıtan sözleri. Birbirimizin yüzüne bakakalmıştık. Kimsenin konuşacak hali yoktu. Büyükbabamın kaybını henüz kabullenememişken, içimizdeki kor ilk günkü gibi alevliyken büyükannemin ölümden bahsetmesi karşısında afallamıştık. Hayırlı bir işe vesile olacağı için gurur duymuştuk kendisiyle. Gerekli işlemleri hemen yapabilmem için tapuları, nüfus cüzdanını elime tutuşturduğunda yüzünü görmenizi isterdim büyükannemin. Asaletinin gururla kucaklaştığı bir gülümseme yayıldı yüzüne ve sonsuz bir saadetle ışıldadı gözleri… Hiçbirimizin itirazı olamazdı, olmadı da…
Sevgili büyükannenim vefatının üzerinden üç ay geçmişti. Ne evi boşaltmaya isteğimiz vardı ne de mecalimiz. Bir zamanlar sevgi, saygı ve hoşgörünün timsali olmuş iki büyüğümüzün sayısız hatıralarla dopdolu evini boşaltmak onlara sırt çevirmek ya da hatıralarına saygısızlık yapmak gibi geliyordu bizlere… Hukuki işlemleri halletmiştim. Daireyi boşaltıp teslim etmemiz gerekiyordu. Artık o daire bizim değil; eğitim görmek isteyip te maddi gücü yetmeyen, bu alanda her türlü ilgi ve yardım görmeğe değer gençlerimizin okuyabilmesine olanak sağlayan Türk Eğitim Vakfı’nın öz malıydı. Büyükannemin şahsi eşyalarını, antika mobilyaları almak için annem ve kız kardeşimle birlikte hafta sonu ilk kez eve gittik. Hüzünlü bir buluşmaydı bu… Kahvelerini içerken gazete okudukları iki berjer koltuk mahzun ve küskün bir köşede sessizce sahiplerini bekliyordu. Fiskos masasının üzerinde teessürle bekleşen ut ile kanun boyunlarını eğmiş dost ellerin onları okşamasını arzu edercesine bakışıyorlardı. Gümüşlük ve şifonyerin üzerindeki gümüş çerçevelerden ışıltılı gülüşleriyle bize bakan büyüklerimizin resimlerini görünce acıları koyu bir hüzün olup yüreğimize çöreklendi. Sisli gözlerle odaları dolaştık. Bir ses, bir kahkaha, bir iltifat aradık ama kulaklarımıza akseden nefeslerimiz dışında, duvarlar kadar dilsizdi her yer…
Annemle kız kardeşim yatak odalarına yönelirken ben de kitaplıktaki kitapları toplamaya başlamıştım bile. Okumaya seven büyüklerimin çok kitabı vardı. Tasnif işini sonraya bırakıp hepsini kolilere doldurdum. Lüzumlu, lüzumsuz olmasına bakmaksızın dolap ve çekmecelerde bulduğum yazılı, basılı evrakları da bir araya topladım. Kolilerin çokluğu yüzünden antrede geçecek yer kalmamıştı. Giysiler bavullara yerleştirilmiş, kırılacak değerli eşyalar itinayla ambalajlanmıştı. İhtiyaç sahiplerine verilecek eşyalar salonun bir köşesine istif edilmiş, antika mobilyalar nakliye firmasının elemanları tarafından taşınacak hale getirilmişti. Bizleri asansöre bininceye kadar kapıda bekleyen, güler yüzüyle el sallayan büyükannem olmaksızın evden çıkıp ilk kez merdivenlere yöneldik…
Evrak dolu kolileri biran önce elden geçirmem gerekiyordu. Zira büyükannem ve büyükbabamdan bize kalan mirasın, ailemin diğer fertlerine intikali için evraklara ihtiyacım vardı. Duruşmadan sonra ofise uğrayıp diğer dosyalar üzerinde akşama kadar çalıştım. Annemle babam kaplıca tedavisi için şehir dışındaydı. Ofise yakın bir lokantada akşam yemeğimi yedikten sonra eve doğru yollandım. Önce klasörleri incelemem gerekiyordu. Gerçi sırt kartonunda içindeki dosyaların neyle ilgili olduğu yazıyordu ama yine de bakmak lazım diye düşündüm. Elime ilk aldığım klasörün sırtında “Karneler” yazıyordu. Ne karnesi olabilir diye düşünürken büyük sarı zarflardan birini açtım. İçinden çekip çıkarttığım karne büyükbabamın ilkokul üçüncü sınıf karnesiydi. İlk kez görüyordum. Çok şaşırmıştım, gayri ihtiyari gözüm tarihine kaydı. 1947 tarihli karnede; tarih-coğrafya-yurttaşlık bilgisi, tabiat bilgisi, aile bilgisi, aritmetik-geometri, jimnastik gibi bazı farklı dersler vardı. Büyükbabamın; ilkokul, ortaokul ve Arifiye / Sakarya Köy Enstitüsü’nden aldığı karnelerin tamamı zarfın içindeydi. Diğer sarı zarfı büyük bir merakla açtım. Büyükannemin birkaç karnesi vardı sadece. Buruşukluğu ütüyle düzeltilmiş, bazı yırtık yerleri yapıştırılmıştı. Rutubetten yazılar silikleşip mürekkepleri dağılmıştı. Yazılar zor okunuyordu. Sanırım Çifteler / Eskişehir Köy Enstitüsü’nden alınmış birinci sınıfa ait bir karneydi. Türkçe, matematik, fizik, tarih derslerinin yanı sıra farklı dersler de vardı karnede. Kültür Dersleri, Teknik Dersler ve Çalışmaları, Ziraat Dersleri ve Çalışmaları, Yurttaşlık bilgisi. Diğeri ise ortaokul yıllarına aitti. Zarfı kapatıp diğer bir klasöre geçtim…
Sırt kartonunda “Talip Atasoy Ev Ödevleri” yazan klasörü açtım. Ne ödeviydi? Şaşkınlık içindeydim. Yedi büyük boy sarı zarf vardı ve zarfların ağızları zor kapanıyordu. İlk zarfı heyecanla elime aldım. Üzerinde Talip Atasoy, Hendek / Adapazarı, Gazi İlkokulu 1949 yılı Beşinci Sınıf, Aile Bilgisi yazıyordu. Zarfı açtım elime gelen büyücek bir mendil ebadında, kenarları çevrilmiş beyaz patiska bir bezdi. Her sırası farklı renk iplikle elde işlenmiş teyel çeşitleri, çeşitli ebatlarda açılmış ilik, dikilmiş düğme, çıtçıt, agraf, renkli sutaşı, sırma, beze tutturulmuştu. Diğer bezde çizilmiş çiçeklerin renkli ipliklerle işlenmiş hali dikkatimi çekti. Bunları henüz ilkokul beşinci sınıfta büyükbabam Talip mi yapmıştı, hem de erkek haliyle? Diğer zarflardan ne çıkacaktı çok merak etmiştim. Bir tanesinin üzerinde Coğrafya Ödevleri yazıyordu. Çizgisiz dosya kâğıdına çizilmiş haritalar, suluboya ile boyanmıştı. Altına başlıklar kırmızı kalemle, özeti siyah dolma kalemle yazılmış ödevler vardı. Ne bir kırışık ne bir leke vardı dosya kâğıtlarında. Öğretmeninin ufacık bir leke gibi duran yıldızı ödevlerini taçlandırmıştı büyükbabamın. Her bir zarf ayrı bir dersin zarfıydı. Hepsinde aynı titizlik, aynı intizamla yazılmış ödevler vardı. Diğer klasörün üzerinde “Aydan Akyürek, Hendek / Adapazarı, Cumhuriyet İlkokulu Beşinci Sınıf, Aritmetik-Geometri Ev Ödevleri” yazıyordu. Sadece bir dersle ilgili zarfın olması dikkatimi çekti. Hemen hemen birbirine benzer titizlikle çizilmiş geometrik şekiller suluboyayla boyanmış altına konuyla ilgili özet yazılmıştı ama yer yer mürekkep ve boyaları dağılmış, kâğıtları incelmiş hatta kopuk yerleri yapıştırılmıştı… Problem çözümleri, açı çeşitleri, kesirler, dört işlem alıştırmaları vardı gördüğüm kadarıyla tamamıyla yıpranmış kâğıtlarda…
Çok vakit kaybettiğimi düşünerek diğer klasörleri göz ucuyla inceleyip kenara koydum. Faturalar, poliçeler, site toplantı tutanakları, checkup raporları, mülklere ait tapular, takdirname ve teşekkür belgeleri ayrı ayrı klasörlere konulmuştu. Fotoğraf albümlerine kısa bir bakış attıktan sonra gereksiz evrakları boş bir koliye koyarken yere düşen büyük sarı zarfa takıldı ayağım. Ağzı iyice kapatılmış bir zarftı. Üzerinde herhangi bir ibare yoktu. Oldukça heyecanlandım, rüya gibi bir akşamdı. İlk kez onların özeline girmiş hatta çocukluklarının en mahrem anılarına şahit olmuştum…
Mutfağa inip kendimi biraz şımartmak istedim. Büyük kupaya yaptığım kahveyle odama döndüm. Kendimi iz üzerindeki dedektif gibi hissetmeme neden olan zarfı mektup açacağı ile yavaş yavaş açtım. Şaşırmıştım, daha küçük ebatta iki ayrı sarı zarf vardı içinde. Merakım gittikçe artmıştı. Birinin üzerine büyük bir kalp resmi çizilmiş, ikiye bölünerek siyah boya kalemiyle boyanmıştı. Alt kısmında ise; “28 Mart 1970 – Gediz, Kalbime gömdüm ikinizi de… Sizi hiç unutmayacağım… Bir de yağan kırmızı karı!” yazıyordu. Bölünüp siyaha boyanmış kalp neyi anlatıyordu? O tarih neye işaret ediyordu? Büyükannem kimi gömmüştü kalbine? Hafızamı yokladım o tarih hiçbir şey çağrıştırmadı zihnimde. Koyu karanlığın kucağına düşmüş gibi hissettim kendimi. Merakımdan gözlerimin önü karıncalanıyordu. Körleşen dimağımı harekete geçirmek için soğumuş kahvemden koca bir yudum alıp arkama yaslandım. Bu zarfı en son okumaya karar verdim. Zira içindekiler yaşamının bir bölümünü ve sevdiklerini yitirmiş divane bir yüreğin çığlığı olmalıydı…
Diğer zarfı elim titreyerek açtım. İçinden çıkan günlüğü görünce anladım sevgili büyükannem Aydan’a ait olduğunu… İtidalli davranış ve vakur duruşuyla; güler yüzlü, tatlı diliyle hepimizin sevgi ve hayranlığını kazanmış büyükannemin gizlerine dâhil olmak ne kadar doğruydu ama okumak istedim açıkçası. Kenarlarına renkli boya kalemiyle çeşitli çiçek motifleri yapılmış sayfalarda gezindim. O çocuk naifliğindeki heyecanlarını, özlemlerini, telaşlarını, yaşama dair endişelerini ak satırlara nakışladığı duygularının sırrına vakıf oldum bu gece. Kâh onunla ağladım, kâh hüzünlenip gecenin koyu hüznü içinde kayboldum. Her zaman mesafeli ama daima müşfik büyükannemi tanıdım, onun kaybından aylar sonra… Vefatıyla içine düştüğümüz boşluğun büyüklüğü içinde kaybolmak üzereyken kapattım günlüğün sayfalarını…
Manyetik bir güçle kenara koyduğum zarfa doğru uzandım. Vaktin geç olması umurumda değildi artık. Ne yarınki mesai, ne duruşma saati, ne de şafağa gebe asumanın yavaş yavaş sönen uzak ışıltıları… Bir sarmalın içine itildim, merakla zarfı açtım. Büyükannemin el yazısıyla yazılmış birkaç dosya kâğıdı vardı içinde. İlk kâğıdın üst kısmında iki dörtlük yer alıyordu:
“tabiat Ana’nın nazlı kızı! / bu gece yağma ne olur / üstünü örtme /
vakitsiz toprağa düşen / canların feryadı / semaya yükselmişken…
hüzne meyyal şehrime / bu gece yağma ne olur /
anaların ağıtı / semayı kuşatmışken…”
Fatma Türkdoğan