0

 

İlk yetiştirdiğim lalenin rengi sarıydı, ömrü az. Tanıştığım ikinci laleydi esasen. Yaklaşık üç ay önce tesadüfen girdiğim çiçekçi dükkânında gördüğüm lale, beyaz renkti ve bir başkasına hediye edilmişti. Patronum, kızı için bir çiçek seçmem için beni yolladığında yol boyunca adama sayıp sövmüştüm. İşim olmayan şeyleri yapmak zorunda kalışım ağrıma gitmişti. Sinirle gireceğim çiçekçide, içimde en uzun gündüzün doğacağından habersizdim tabi. Gözlerini kısıp bana gülümseyerek dünyanın en sıradan, benim için en özel sözcüklerini yan yana sıraladı: 

“Hoş geldiniz. Ne arzu etmiştiniz?” 

Ona diyemedim tabi; “Sen, böyle gülümsersen ben ne diyebilirim ki sana.” diye. Başımı birkaç saniyeliğine çiçeklere çevirip ilk şaşkınlığımı attıktan sonra papatya demeti istedim. O ılık gülümsemesiyle bana bakıp papatyalara yöneldiği sırada kapıdan içeriye bir genç kız girdi. Kızın uzun kestane saçlarına vuran güneş, dalga dalga yayılan bir sonbahar havası gibi insanda şiir okuma arzusu uyandıracak kadar güzeldi. Bu güzelliğin farkında olan tek kişi, ben olmadığım için kıskanmaya başladım zira O da dönüp ona bakınca gözlerinden geçen ılıklık, benim kalbimi üşütmüştü. Biraz durup düşününce, ilk kez gördüğüm birisi için abartılı hisler beslediğimi fark edince çiçeklere bakıp bazılarını koklamaya bazılarının yapraklarını okşamaya başladım. Gözlerimi çevirsem de kulaklarım hala her şeyi iyi duyuyordu. Kız, ilkbahar ayına uygun çiçeklerin hangileri olduğu üzerine onunla tatlı bir tartışmaya girişmişti. O, kıza bakarken gözlerine de gülümseme ekliyordu. Kıskançlık, içimdeki yığınla hisse galip gelmeye başlayınca hiçbir şey demeden dükkândan çıktım. Kendi düşüncelerimi bastırmak için kulaklığımı taktım. Sinirlenince dinlediğim rap şarkılardan birini açtım. Hızla koşan kelimelerin, duvarları yıkan bağırışlarında buluyordum kendi hislerimin aksini. Yol uzayıp kısalırken başka bir çiçekçi buldum. Alacağımı alıp çıktım. İş yerinde, düşünme kabiliyetim izinli olduğundan aklıma gelmedi O. Mesai bittikten sonra dışarı çıktığımda yüzüme vuran rüzgârın, üzerine sıktığı sümbül kokusu ile aklıma O geldi. Gülümsedi yine bana… 

 

                                                         * 

Birkaç gün sonra sevgili patronum, bu seferde karısı için bir çiçek seçmemi istedi benden. Bu sefer patronuma sayıp sövmedim. Çiçekçi dükkânına girdim. Karşımda O vardı yine. Gülümsedi. Birkaç saniye sonra da yüzünde düşünen bir hava esti. Çok geçmeden tekrar gülümseyip merakla: 

“Geçen gün, bir şey demeden gittiniz. Bir kusur mu işledim size karşı?”

“Hayır. Benim… Benim bir işim çıktı da.”  

“Demek öyle. Ben de sizi beklettiğimi ondan kızıp gittiğinizi düşünmüştüm.”  

“Yok. Hayır.”  

Pekâlâ. Geçen geldiğinizde papatya istemiştiniz. Yine papatya mı isteyeceksiniz?”  

“Bu sefer kırmızı gül demeti gerekli.”

“Gerekli…?”

“Patronum, eşini kızdırdı sanırım. Bu yüzden kırmızı gül demeti daha iyi olacak.”

“Anladım.”  

Burada gözleriyle beraber gülümsedi bana. Bir erkeğin bu kadar güzel gülümseyebileceğini hiç düşünmezdim. İnşallah bir daha bana böyle gülümsemez yoksa gerçekten âşık olacağım ona. Gerçi olsam ne olacak? Yine o kız geldi. O, bu sefer benim demetimi hazırlamaya devam etti. Bu durum beni mutlu etti haliyle. Eli neden bu kadar çabuk ki? Hemen de hazırladı. Belki de dakikaları ben hızlandırdım, bilemem. Parasını ödedikten sonra para üstünü olabildiğince zor cüzdanıma iliştirirken kazandığım zamanda onları rahatça dinleyebildim.  

“Yani sen de lalenin en iyi ilkbahar çiçeği olduğunu artık kabul ediyorsun.”

“Öyle bir şey söylemedim. Sadece İstanbul’a lalelerin çok yakıştığını kabul ediyorum.”

 

“Sana bembeyaz bir lale yetiştiriyorum. Biraz daha büyüsün göstereceğim.”  

“Neden şimdi değil?”  

“Daha çok küçük, utanıyor toplum içine çıkmaktan.”  

“Ağzın iyi laf yapıyor.”  

“Esnaf olmanın ilk koşulu.” 

Sonrasını dinlemeden çıktım. Bir adam, bir genç kıza kendi elleriyle lale yetiştiriyor. Kıskanmamak için taş kesilip hislerimden uzaklaşmam gerek. Kendi kendime sinirlenirken yağmurun yağmasına bir yandan sevindim çünkü bu sayede sinirleneceğim başka şeyler doğmuştu. Mesela yoldaki tüm yağmur suyunu üzerime sıçratan şoföre ağız dolusu hakareti ederek rahatlayabilirdim artık. Veya alnıma yapışacak başörtümle dalga geçip kendi kendime gülebilirdim böylece. Allah kahretmesin, çiçekleri unuttum! Patrona bu çiçekleri ıslak ıslak verirsem beni geri yollar. Hay Allah! Sinirlerimi bastırıp olgun bir şekilde hareket etmem gerekiyor. Evet kızım, işte böyle. Sakin! Kafelerden birine geçip çiçeklerden arta kalan parayla patronumdan kendime kahve ısmarladım. Kahvenin burun deliklerimden ruhuma işleyen sert kokusuna selam veriyorum şimdi. Kahvemin son yudumunu da midemle tanıştırdıktan sonra kalktım. Aradan geçen günlerde de patronumun, eşiyle tartışmasını arzuladım. Kötü bir insanım galiba. Aslında kötü bir niyetim yok ya neyse. 

 

                                                            * 

Günler geçiyor ama patronumla eşi arasında bir tatsızlık yaşanmıyordu. Belki de adımı benim atmam gerekir diyerekten çiçekçiye gittim. Yerde bembeyaz bir lale vardı. Camdan bir saksı içerisinde arz-ı endam eden bembeyaz bir lale! Bu sefer, gülümsemeyle karşılanmamıştım. Şaşırmakla beraber içsel bir şekilde bu durumun normal olduğunu hissettim.

“Şu lale, çok güzelmiş.”

“Güzel ama değersiz.”  

“Neden?”

“Uzun hikâye. Siz, ne istemiştiniz?”

Keşke ‘siz’ yerine sen deseydin. 

“Aklımda belli bir şey yok. Biraz bakacağım.”

“Patronunuz için mi yine?” 

“Hayır. Kendime çiçek almak istedim.”  

“Kendinize öyle mi? Bence bir insan, kendine çiçek almamalıdır.”  

“Neden?”

“Çiçekler, erkeklerin, hoşlandıkları kadınlara alıp kalplerine girmeleri için yeryüzüne gönderilmiş bir araçtır.” 

“Kitap cümlesi gibiydi.”

“Takılma. Bazen öyle konuşuyorum işte.”

Benimle ilk kez gereksiz “sız/siz”ler olmadan konuştu.

“Olur öyle.” 

Konuşmayı sürdürebileceğim hiçbir şey yok. En iyisi gitmek. Karar verememiş gibi yapıp çıktım dükkândan. Nedenini bilmiyorum ama içimden bir ses, laleyi vereceği kişinin onun onurunu kırdığını ve bu yüzden lalenin yerde bir köşede durduğunu fısıldadı bana. İtiraf etmeliyim ki bu duruma sevindim. 

 

                                                    * 

Oraya şu ya da bu bahaneyle birçok kez gittim. Her seferinde kendimle geri döndüm. Ben ve O vardı. Biz, yoktu. Yine de çabalamaktan vazgeçmedim. Aralıklarla gidip bir sürü çiçek aldım. Sonra da onları ışıklardaki çiçek satan Çingene çocuklara hediye ettim. Onlar da sattı. Herkes mutlu oluyordu böylece. Ta ki o güne kadar… Son kez o dükkâna gittiğimde kızla O yan yanaydılar ve birbirlerine çok içten bakış gülüşüyorlardı. Onları ilk kez kıskanmadım. Aksine içimde onların saf duygularına karşı içimde bir merhamet oluştu. Belki de sırf bu sebepten çok fazla üzülmedim. İçeriye girdim. Ondan lale soğanı istedim. Bu isteğime biraz şaşırdı. Sonra arka raflardan birine yöneldi. Genç kız, beni ilk kez dikkatle süzdü. Bakışlarında, demin duyduğum merhameti tam tersine çevirecek iticilikte bir ifade vardı. Kafamı çevirdim. O geldi. 

“Bunları niye istedin?”

“Lale yetiştirmek istiyorum.”

“Sevindim buna. Lale yetiştirmek, güzel bir deneyim olacak senin için.”

Benimle bu üslupla konuşması genç kızı rahatsız etmişti. O, bunu fark etmedi. Ben de çok oyalanmadan çıktım. Eve gelip toprağa, lale soğanlarını dikerken toprağın ruhuma yaptığı masajla kendimi bıraktım iyice. Sonra içimden yazmak geldi. Ne olacağı, ne tarzda olacağı mühim değildi. Tek istediğim şey, yazmaktı çünkü konuşabileceğim bir şey yoktu ya da konuşabileceğimi anlayabilecek kimse yok. Kalem, parmaklarımın arasında bir iki tur volta attıktan sonra türküsünü söylemeye başladı: Ömrü boyunca, çok ama çok sevebileceği birinden çiçek beklemişti. Vakit, vakte dert yanarken kendi lalelerini yine kendi ekmişti toprağa… Gün, akarken suladı toprağını lalenin… Şimdi parmaklarını gezdiriyordu sarı lalenin yapraklarında. Şarkının aksine ona sarı laleler alınmamıştı. Bilmeden aldığı lalenin rengi bile beyaz değil, sarıydı. Bu boşuna değildi elbet. Dert etmedi de gerçi bir zaman sonra. “Olsun” dedi, “hayat böyle de nefesine ortak ediyor bizi.” 

 

                                                             * 

Lalenin ömrü azdı. Ve az bir ömrü kalanın her dediği yapılmalıydı. Bu yüzden erkenden kalkıp yetiştirdiğim sarı laleyi de alıp çıktım evden. Çiçekçinin karşısındaki kaldırımda durdum bir müddet. Sağımdan solumdan bir sürü insan geçip gidiyordu. Kimi omzuma çarpıp geçiyordu kimi laleme bakıp gidiyordu. Rüzgâr, sırtımı sıvazlayıp beni cesaretlendirmeye çalışırken adımlarım ilerlemeye başladı. Artık dükkânın önündeydim. Elimi kaldırdım, kapının koluna dokundurdum ama kuvvetim yok olup gitmişti sanki. Açamadım kapıyı bir türlü. Vazgeçip geri dönmeye karar verdiğim sırada kapı birden açıldı. Ürktüm. Ne diyeceğimi bilemedim. O da şaşırmıştı bu sefer. 

“Gelsene içeri.”   

Küçük adımlarla içeriye girip etrafa yalandan birkaç bakış attıktan sonra masanın üzerindeki fotoğrafı fark ettim. O ve yanında o kız. Yan yanalar, gülümsüyorlar. Bu fotoğraf, içimde tuhaf bir güç oluşturdu. İki elimle saksıyı kavrayıp ona doğru uzattım: 

“Ben, bu laleyi kendim yetiştirdim.”  

“Benden aldığın soğanlar mı bunlar?”

 “Evet.”  

“Güzel bakmışsın. Rengi çok canlı görünüyor.”  

“Teşekkürler. Şey Ben, bu laleyi sana vermek istiyorum.”

“Bana mı? Neden?”  

“Buradaki beyaz lalenin, bana verilmesini çok istemiştim, başkası için yetiştirildiğini bile bile hem de… Sonra düşündüm de beklentiler, hep beklenti olarak kaldığından adları beklentidir. Bu yüzden vazgeçtim. Kendim, kendi lalemi yetiştirdim. Ve senden beklediğim lalenin başka bir rengini sen beklemeden sana vermek istiyorum ki içimdeki tüm karşılıksız duygular, benden çok daha uzaklara, yani sana geri dönsün.”

“Ben, ne diyeceğimi bilmiyorum.”

“Bir şey deme ki benim aklımdaki senaryo içerisinde devam etsin hikâyem… Buna izin ver, lütfen. Al, bu laleyi… İster sat birine ister at ister sakla. Mühim değil. Sadece kabul et. Ne olursa olsun, senin kabul etmen beni çok mutlu eder. Aramızdaki bağ, bu lale. Ve ben artık özgür olmak istiyorum!” 

 

Gözlerimin tam içine baktığında kuvvetimin tüm zerresi uçup gitti. İçimde bir boşluk mu oluştu yoksa hüzün çukurları mı açıldı bilemedim. Uzattı iki elini. Lalemi alıp masasının üzerine koydu usulca. Birkaç dakika durdu. Yüzünü göremedim. Arkamı dönüp çıkmaya hazırlanırken “dur” dedi.

Dursaydım, içimde umut oluşurdu. Yine üzülürdüm. Gitsem, kalbimi bırakırdım. Gözlerimi kapattım. Açtığımda her şeyin istediğim gibi olmasını hayal ettim… Zaman, dolandı durdu ayaklarıma. Durmak ya da gitmek yok şimdi… 

 

 

Kübra Akgün

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler