KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Balkona çıktım. Hava kapalı. Yağmur yağacak, belli. Aşağı baktım. Bakkalın çırağı yine ip atlayan kızlara sataşıyor. İki ihtiyar elektrik direğinin dibinde laflamakta. Pazar filelerini zar zor taşıyan şişman kadının hemen önünde iki liseli kız. Bir yudum daha aldım çaydan demli demli. Ayaklarımı balkon demirine atardım yağmur başlamasa. Kapı çalındı. Birkaç tahtakurusu gezindi de duvarda zilin içine kaçıp kapattılar girişi. Ev sahibinin kızı. Elinde bir tabak tepelemesine börek. Peynir peynir kızarmışlar susamsız. Teşekkür ettim. Saçları uzun, siyah; gözleri Türkan Türkan rica etti. Babamın selamı varlar, tabak kalsın, zahmet etmeyinler arasında gitti.
Kapattım kapıyı. Balkonun kapası da kapandı. Ertesi sabah en yeni gömleğime en çirkin kravatım denk geldi. Önemsemedim. Asansör de bozuk. Dış kapının önünden geçerken bodrum katından idrar, kömür, rutubet karışımı koku vuruyor surata. Midem bulandı. Peynirli börek susamsız susamız ekşidi midemde. Ara yola girmeden kapıcı seslendi arkamdan. Yanındaki adam oynattı dudaklarını. Bir sokak lambası, mavi bir çöp kutusu, aşınmış kaldırım kadar geri döndüm. Elini uzattı iki adım kala ihtiyar. Sakalı titredi; dizi büküldü asfalta doğru. Mukabele edecekken sarılıverdi. Kafasını gömdü en çirkin kravatımın üstüne. Geri yitmedim; kimsinler, ne oluyorlar ile de bölmedim ayini. Öylece kaldı; biraz daha ağladı öksüre öksüre. Kapıcıya döndüm:
“Adem, bir bardak su getirsene.”
Kapının dibindeki mavi sandalyeyi işaret ettim. Oturdu ihtiyar. El örgüsü fesini çıkarıp sildi suratını. Bana baktı gülerek, elimi tuttu. Nasır nasır kaşındı parmaklarım. Yere bıraktım çantamı. Diz çöktüm yanına:
“Evet amca, buyur.”
İki tur da suratımda gezindi işçi elleri. İki fasıl daha nefes alıp verdi derin derin. Uzun uzun anlattı; kısa kısa kurdu cümleleri. Lokma lokma, tadını çıkara çıkara vardı neticeye. Suyun son yudumunu alırken eli hâlâ elimde idi.
-Şükür seni buldum oğlum; gelirsen çok memnun olurum.
Kafamı salladım. Bir kâğıt çıkardı elinden. Kaldığı otelin adresini verdi. Bir sokak lambası, mavi bir çöp kutusu, aşınmış kaldırım, sonra kayboldu gözden.
Kapıcı boş bardağı yerden alırken indirdi kaşlarını.
-Kimmiş amca? Ne istiyormuş hocam?
Çantamı kavradım yere eğilip. Islak kravatı düzelttim. İhtiyardan kalan nefesi aldım havadaki.
-Yıllar önce kök hücre bağışı yapmıştım. Bu amcanın torununa uymuş. Nasılsa prosedürü kırıp bulmuş beni. Şimdi nakil öncesi görmek istiyormuş çocuk beni.
Sevinir gibi yaptı Adem. Gülümsedi. Sarı dişleri sıkışıverdi bıyıkları altına. Elleri cebinde mırıldandı:
-Kök hücre ne ki hocam?
Kısaca izah ettim. Kızın annesi de babası da ölmüş, yavrucak yıllardır hastane köşelerinde, ihtiyar da evini satmış tedavi için, demedim. Bir sigara istedi; o ilk lokmayı almadan uzaklaştım.
Bakkalın çırağı hâlâ kızlara sataşıyor.
Otobüs çoktan gelmiş. Koştum, iki teker sonra içeridekiler bağırdı. Çığlık attı kadınlar; durdu metal kütle. Beni de aldılar aralarına. İşimize gücümüze gittik sabah sabah. Tıklım tıklım insanlar arasında kimse ölmek üzere imiş gibi bakmıyor. Gülen kahkaha atanlar bile var. Şoför ile sohbet eden adamın anlattıklarına bakılırsa hayattaki en mühim mesele memurluk sınavı. Kısa boylu kız sivilcelerinden bahsediyor; sağımdaki genç fısıldaşıyor sevgilisi ile. Nerede, nasıl buluşacaklarını konuşuyorlar. Bir durak sonra dalgalandı ahali; yeni binenler ve inenler arasında ortaya kaydım. Gözlüklü kadının çiçek yetiştirme teknikleri ile karısının sinek ilacı siparişini tekrarlayan adam arasında son durağa kadar düşündüm. Hepsinin gözleri açık. Dedim ya kimse ölmek üzere imiş gibi bakmıyor.
İlk dersten sonra müdür odasına çağırttı beni. Kimse şaşırmadı.Ayakkabılarını cilalarken karşıladı şişman adam beni. Dersimin boş olduğunu biliyormuş da akıl danışmak istemiş bir hususta. Uzun uzun anlattı baklava yapımını. Şöbiyet ile farkına ayrıca değindi. Karnım guruldamadan dinledim. Açık açık söyledim fikrimi. En büyük problemin çalışanların kıyafeti olduğu bir dünyada lacivert ile bordo arasında gelip gittik. Az sonra bir öğrenci girdi içeri elinde bir paketle.
-Bak azizim. İşte ustanın oğlu. Ye bakalım beğenecek misin?
Demli çaydan aldım önce bir yudum. Ceviz ceviz çıtırdadı kat kat hamur. Nasırlı eller gezindi sanki bir an yanaklarımda. Yutuverdim kalanı bir lokmada. Kafamı salladım itina ile. Gülümsedim. Müdür de gülümsedi. Daha çok şişti, daha çok kızardı yanakları.
Akşamüstü ihtiyarın kaldığı otele uğradım. Camiye gitmiş. Arka sokaktan dolaştım. Dağılan cemaat arasında bir sessiz, bir kısa ihtiyar. Beni görünce hızlandı adımları. Meshin üstüne geçirdiği lastikler gıcırdadı mermerde. Koluna girip köfteciye götürdüm. Garson gelmeden hemen önce bir yüzlük koydu masaya. Elleri titremedi de bükülü verdi sanki geriye geriye.
-Bu ne amca?
Yutkundu. Su aldı bir yudum.
-Yol. Yol parası et…
İleri ittim parayı. Gülümsedim. Garson ince boynunu eğdi üstümüze.
-Hocam hoşgeldin. Amca baban mı?
İhtiyar da gülümsedi. Yemekten sonra bileti aldık. Cuma akşamı gidiyorum. İhtiyar, hava kararmadan çıkacak yola. Daha önce grip olmuş çocuk, epeyi zaman kaybetmişler bu yüzden. İki haftadır kemoterapi görmekte imiş yavrucak. İyice zayıf düşmüş. Nihayet cumartesi yapacaklarmış kök hücre naklini. Heyecanla içi boş kavala benzetti ihtiyar kemikleri; benim kan grubumu alacakmış hatta torunu. Öyle söylemiş doktor.
İhtiyarı yolcu ettim. Sebze halinin oradaki durağa indim yakın diye. Eski bir meslektaşıma rastladım. Sahaflarda karşılaşırdık eskiden, şimdi elleri paltosunun cebinde bıçakçı vitrinini izliyor. Çay ısmarlamak istedi, hayır demedim. Uzun uzun beyaz peynir ticareti yapmak istediğinden bahsetti. Üç bardak çaydan sonra kahve içerken peynir türlerine geçti. Tulum peyniri ile çökeleği mukayese etti. “Çömlek peyniri ve karın kaymağı peyniri hangi ekmekle iyi gider?” ve “Keçi peyniri neden civil peyniri kadar lezzetli değildir?” sorularını da cevapladı. Hesabı ödedim. Durağa yürüdük gerisin geri. Çerkez peyniri ve çiğ kesik peynirinin beyaz peynirden ne kadar ötede olduğunu da metal kütle gelene kadar izah ediverdi.
Otobüs biletini orta sehpanın üstüne bıraktım. Öylece kıvrıldım kanepeye. Annemin öldüğü gün ağır ağır belirdi gözümde. Annem fısıldadı kulağıma:
“Kemiklerim batıyor etime”.
Daha öncesine atlayıverdim birden. Tentürdiyot kokan koridorlarda kimse yok gecenin bir yarısı. Bir tek hemşire deli gibi koşturdu ortalıkta. Sonra iki, üç doktor, beş hasta bakıcı, tüm hastane. Kan kanserinden öldü ellisine varmadan. O gün çok ağladım. O gün parmak uçlarıma biriken kandan utandım. Kan verirken de ağladım. Aferez cihazı bir kolumdan kanı alıp diğerine verirken anne anne diye cızırdadı. İki saat boyunca ağladık annemin arkasından.
Sabah telefon uyandırdı beni. Paslı paslı çaldı saat. Çay demledim. Börek kurumuş. Balkona çıktım. Hava yine kapalı. Yağmur yağacak. Aşağı baktım. Bakkalın çırağı kapıyı süpürüyor. Elektrik direğinin dibi boş. Küçük çocuklar kaplamış kaldırımları. Biraz alfabe, biraz doğal sayı saçılıyor paçalarından. İki yudum aldım çaydan ağır ağır. Ayaklarımı balkon demirine attım soğuk soğuk.
Çizgili takım elbisemi giydim. Tek renk kravat bulmam uzun sürmedi.Dış kapının önünde idrar, kömür, rutubet kokladıktan hemen sonra imam çıktı karşıma. Ev sahibinin kızı, dedi; bekârbekâr, namuslu, elinden her iş gelir dedi;sonra babası zengin, düğün eş dost da deyiverdi. Uç uca eklenip otobüs durağına kadar dolandı kulağıma kelimeler.
Peynirli börek susamsız susamsız bir kez daha ekşidi midemde. Bir sürü sokak lambası, mavi çöp kutusu ve kaygısız insanın arşınladığı kaldırımlar oldu büyük cam. Guruldadı otobüs, hırladı. Kör bir adam yanaştı sessiz sessiz. Kolundan tuttum; ağır ağır çektim oturduğum koltuğa. Dualar ederek kıvrıldı bastonu etrafına. Bir tur attım otobüsün içinde. Yaşlılara baktım. Beyaz beyaz döndü kafalar. Küçük kız aradım. Hasta olanından. Saçları dökülmüş, gözlerinin altı morarmış olanından. Ayaklarımı karıncalar ısırıyor, nefes alamıyorum, dişlerim sallanıyor diyeninden aradım. Bulamadım bir tane.
İlk derste yazılı yaptım ikinci sınıfları. Kahvaltılık almış arkadaşlar. Canım bir şey istemedi. Yeni aldığı dolma kalemi gösterdi matematikçi, bir öğrencinin sorusu yayıldı masaya Çimpe Kalesi’nin fethi ile birlikte. Felsefe ders kitabını bardağın altına koydu müdür yardımcısı. Sırtıma bir el uzandı sanki. Kaktım. Kapattım pencereyi. Camın önündeki çiçek ölmüş. Kurumamış toprağı, ıslak hatta. Ama yine de ölmüş.
Öğleden sonra müdüre rastladım bahçede. Morali bozuk. Çok para istemiş usta. Emekli olunca öğrenip kendi yapacakmış. Hanımı da yardım edermiş. Gül gibi, baklavalı börekli geçinip giderlermiş. Ama yine de bordo olsa iyi olur kıyafetler, dedi. Tüm kalbimle onayladım. Ellerini gezdirdi göbeğinde. Gerindi. Tuhaf sesler çıkararak girdi içeri.
Eve varır varmaz eşyalarımı topladım. Sıkı sıkı kapattım balkonun kapısını. Erken çıktım. Terminale varana kadar bakmadım sıhhatli insanların suratına.
Otobüsün yarısı boş. Arkadaki koltuklardan birine geçtim. Bir bardak daha çay getirdi muavin ben istemeden. Bir beşik gibi sallana sallana gidiyor otobüs. Annemin tabutunu taşıyan yeşil kamyonet gibi. Yine koşuşturdu hemşire. Kaşları dahi döküldü annemin. Kimse bu tabut neden bu kadar hafif diye sormadı.Tüm gece mezarlıkta ölü çocuk aradım.
Sabaha karşı vardık. Yarı karanlıkta lokantanın içi kalabalık; hediyelik eşyalar her tarafı kaplamış; lokumlar, şekerler saçılıyor vitrinlerden. Hemen bir taksiye bindim. Pazarlık etmedim hastaneye kadar.
Girişte adını soyadını verdim ihtiyarın. Bir doktora gönderdiler beni. Saçları uzun, sakallı adam gözlük camlarını siliyordu ben içeri girerken. Elimi sıktı tebessümle. Küçük kızın azmini anlattı övgü ile. Annem tekrar fısıldadı kulağıma:
“Kemiklerim batıyor etime”.
Yeşil bir kıyafet giydim. Kafamı ve ağzımı kapattım. Ayakkabılarımı çıkardım;beyaz, yumuşak terliklerden verdiler. Uzun uzun tembihledi hemşire; uzun uzun en ufak bir virüsün, bir küçük çiziğin, tek bir lokmanın nasıl öldürücü olabileceğinden bahsetti.
Odaya girdik. Şapka aldırmış dedesine küçük kız. Pembe bir kurdele var tepesinde. Gözleri çökmüş, hâlâ yeşil. Elleri, ince parmak parmak. Gülümsedi beni görünce. Kollarını kaldırdı kucaklamak ister gibi. Hemşire omzuna dokundu. Dedesi girdi araya.
-Hele bir iyileş kuzum, amcanla uzun uzun kucaklaşırsın. Bak ta nerelerden kalkıp geldi senin için.
Küçük oyuncak ayıyı uzattı bana. Zar zor nefes alıyor. Bitkin olduğu her halinden belli. Almamı istiyordu belli ki.
-Çok teşekkür ederim. Bu benim olsun o zaman, sen iyileşince yenisini alırız sana.
Kafasını salladı. Doktor geldi, ayakucundaki masada duran dosyayı açtı. Bir şeyler yazdı. Çocuğun tepesinde duran cihaza baktı bir süre; hemşire ile konuştu. Dışarı aldılar bizi. Koridor bomboş, yanıma oturdu ihtiyar. Tek kelime etmeden nasıl bu kadar çok teşekkür edebilir bir insan? Bir ara kayboldu gözden; çay almış kantinden. Tek bir şeker atmadan hayatımın en tatlı çayını içtim.
Bir hafta kimse ile görüşmeyecekmiş küçük kız. Bir ay hastanede. Belki 45 gün sonra taburcu olacakmış. İlk 100 gün izole olmalı. Maskeli olacak. Pişmemiş gıda yemeyecek. İlk 60 gün meyve yemese daha iyi. Kaynatılmış su. 300 güne kadar kabukları soyulmuş meyve. Sonra egzersiz yapmalı. Kafası karıştı ihtiyarın. Bana baktı doktor; yeni bebek gibi, dedi; vücut yeniden adapte olacakmış bu kirli dünyaya.
-Merak etme amca, ben sana izah ederim. Kimse yok mu çocuğa bakacak?
Gıcırdadı lastikleri. Ellerini birbirine sürttü.
-Ben bakarım ona. Sağlığım iyi şükür. Her bir şeyi tastamam ederim.
Aynı günün akşamı geri döndüm. Tüm gece yağmur yağdı. Kâbussuz bir uyku uyudum.
Sabah, oyuncak ayıyı koydum ayakkabılığın üstüne. Her giriş ve çıkışta selamlaşacağız; arada eski sahibini aramam gerektiğini hatırlatacak bana.
Sokak tenha. Bir sokak lambası, mavi bir çöp kutusu, üç beş aşınmış kaldırım sonra ev sahibinin kızına rastladım. Gözleri kızarmış; ağlamış belli ki. Bakmadı yüzüme, arkasından seslendim. Teşekkür ettim börekler için, neden susam koymadıklarını sordum. Eli ayağına dolaştı, uzun uzun izah etti börek imalatını. Saçları uzun, siyah; gözleri Türkan Türkan. En iyisi imamla konuşmak.
Otobüs geç geldi biraz. Hâlâ kimse ölmek üzere imiş gibi bakmıyor. Herkes küçük dertleri ile kederli.
Sabah kıyafet kontrolü sırasında yakaladı müdür beni. Yeni bir usta keşfetmiş. Fıstıklı baklava yapıyormuş ki cevizliden kat kat iyi. Ancak hâlâ şöbiyet konusunda tereddütleri var.
Bir kangal sucuk aldım. Ara yollardan, çocuk kahkahası duya duya gittim eve. Kapıcı su oluklarını temizliyor. Elindekini bırakıp önüme atladı telaşla. Yutkundu önce:
-Hocam duydun mu? Bakkalın çırağı. Zavallı çocuk. Şu senin kök hücre mi ne? Ondan arıyorlarmış. Hastalanmış yavrucak.
İçeri girdim. İdrar, kömür, rutubet karışımı yaktı genzimi. Kapıyı kapatır kapatmaz telefon çaldı. Eski meslektaşım. Peynir işi için ortak arıyormuş.
Akif Duman