KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Ayaz bir rüzgâr esiyor. Tokat gibi gelip yapışıveriyor yüzüme. Ellerimi ceplerimden bir saniye olsun çıkarmak donmama sebep olacakmış gibi geliyor. Yanımdaki ise hiç hissetmiyor sanki ne ayazı ne yaslandığı metal korkulukların soğuğunu. Yüzlerce dolarlık olduğunu tahmin ettiğim gösterişli deri ceketinin önü açık ve benim ödümü koparan deli rüzgârda öylece kıpırtısız duruyor. Bacaklarını saran dar kotundaki devasa yırtıklara bakmak bile beni üşütüyor. Yokmuş gibi yapılan göz makyajının süslediği gözleriyle baygın baygın karşıdaki tepeye bakıyor.
Sönük koyu yeşil dallarıyla gri göğe yükselen çam ağaçları kargalara ev sahipliği yapıyor. Kargaların çığlıkları rüzgârın ıslığına karışıyor. Kuruyup dökülen çam iğneleri mezarların üstüne serilmiş. Mezarlar… Mezarlar… Mezar taşları. Mezar taşlarına başlarını yaslayıp öylece yatmakta ölüler. Az ötedekiler ise tümsek, birer vazonun içinde külleri.
“Nerde onlar şimdi?” diye soruyorum. Bana dönmeden omuz silkiyor.
“Yoklar!”
Dilini bilmiyorum, dilimi bilmiyor. Anlıyorum, anlıyor.
“Yoklar mı? Yok mu olmuşlar, her yerden?”
Kargalar uçup duruyor.
“Neredeler öyleyse?”
Defalarca kez boyanıp yıpranmış saçları pek de göze hitap etmeyen bir sarıya dönmüş. Özenle şekillendirilmiş gibi duruyorlar, rüzgâr onlara etki etmiyor. Oysa benim şalım savrulup duruyor, zor zapt ediyorum. İlk kez bana çeviriyor bakışlarını; saçma bir lens var gözlerinde, karamel rengi.
“Sen biliyor musun sanki neredeler?”
“Eh!” diyorum, “sayılır.”
“Bekliyorlar, bir başka dünyaya gitmek için.”
Anlamış gibi başını sallıyor. İnandı mı, inanmadı mı bilmiyorum.
“Yorgun musun?” diyorum.
“Yorgunum.” diyor.
“Çok mu çalıştın?”
“Çok çalıştım.”
“Ne kadar çok?”
“Günlerce uykusuz kalacak, omzumu kıracak ve birçok şeyden vazgeçecek kadar çok çalıştım.”
“Ne için?”
“Başarılı olmak için.”
“Oldun mu peki?”
“Eh!” diyor, “sayılır.”
“Bir sürü ödülüm var.”
Başımla mezarlı tepeyi işaret ediyorum.
“Sen de onlara katılınca ne olacak peki? Ödüllerin yani?”
“Onları da götüremez miyim? Bahsettiğin diğer dünyaya yani?”
“Hayır.” diyorum. “Bu dünyaya ait onlar, bu dünyada kalacaklar.”
“O dünyaya götürebileceğimiz hiç mi bir şey yok? Sen biliyorsundur, hani?”
“Eh!” diyorum, “sayılır.”
“İstesek de istemesek de bizimle gelecek iyi kötü birçok şey var.”
“Çok var mı bari sende onlardan?”
“Nelerden?”
“İyi olanlarından?”
Bir karga, sağır edici bir çığlık koparıyor. Koca koca çamlar sallanıp duruyor. Toprağın altındaki vazolarda küller kıpırtısız… Mezar taşları bembeyaz… Cesetlerin hemen hepsi çürüyüp toprağa karışmış. Yağmur başlıyor. Yerlere dökülen kuru çam iğnelerini ıslatıp yumuşatıyor. Yağmur şiddetleniyor. Yağmur savrula savrula yağıyor. Yağmur bana ulaşıyor, beni ıslatıyor. Yanımdaki kupkuru, saçları şekilli, sarı, kupkuru… Ayaz rüzgâr bana esiyor. Yanımdakinin burnu bile kızarmamış. Ayaz rüzgâr bana vuruyor. Tokat gibi gelip yapışıveriyor yüzüme. Ayaz rüzgâr gelip… Ayaz rüzgâr tokat gibi… Yüzüme… Islanıyorum… Yapışıveriyor… Sırılsıklam… Tokat gibi yüzüme… Ayaz rüzgâr…
Bike Can