KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Haziran, 1997
Ben Şavkı
Merhaba Ömür Çiçeği. Nadir bulunan bir çiçek olduğunu bildiğim halde bir umutla arıyordum seni. Üç gündür, dağ bayırda epey taban teptirdin bana. Bugün fazla dolaşmadığım halde yorgunluk çöktü üstüme. Bol oksijenli temiz hava solumama rağmen yorgunluğum canımı sıktı biraz. Akciğerlerim sağlıklı olduğu halde psikolojim bozulduğu için ara sıra nefes darlığı çekiyordum. Yaylaya gelince bu sıkıntıdan kurtulacağımı sanmama rağmen pek öyle olmadı. Bu yorgunluk, pek iyiye alamet değil. Dilerim, aklıma gelen başıma gelmez. Yanına uzanarak hem yorgunluk gidereyim hem de daha yakından bakayım sana. Yarenlik de yapalım. Buna ihtiyacım var. Doğrusunu istersen, seni bulduğumda sevincim biraz buruk oldu. Neden mi? Öylesine güzelsin ki… Taş bahçesi görünümlü bu minik alandan, Murat Dağı’na ve ormanlara pembeli-sarılı-kırmızılı renklerinle gülümsüyorsun… Öyle sanıyorum. Sana baktıkça, tatlı bir huzur yayılıyor içime. Sen ki, başka otların pek bitmediği ya da büyümediği bu taşlık alanda, değişik renkler barındıran çiçekler açarak yakın çevrene güzellikler aşılıyorsun… Murat Dağı’yla ormanlara, Gediz ve Sakarya nehirlerinin ana kaynaklarına gülücükler saçıyorsun. Sen, bozkır çiçeği olarak böyleyken ne yazık ki insan olarak ben; mezarımı dağlara, ormanlara kazmaya çalışıyorum… Aklım ve var gücümle mücadele etmem gerekirken yaşamdan uzaklaşıyorum. Senden bile medet umuyorum…
Elli iki yaşındayım Ömür Çiçeği. Çıkmayan canda ümit vardır deseler de ömrümün bu kadar olduğu söylendi. Dışarıdan gelen bir illet, bedenimi mülk edindi. Üstelik serbest dolaşımla dilediği yerde kendine yeni bir mekân kuruyor. Bedenimin yücelerine doğru çıktıkça yaşam direncimi kırarak hepten heder eylemeye çalışıyor beni. Bunun sonucu olarak; tıbben yaşam geleceği karartılan bir insan olarak ister istemez bazı davranış bozukluklarına meyleder oldum. Seni arayışımın gerekçesi de bu…
Ben bir dağ ve orman adamıyım dersem abartmış olmam Ömür Çiçeği. Anne karnındayken bile dağlarda ve ormanlarda dolaşmışım. Kendi hayvanlarımız da olsa, çocukluğumda kuzu-buzağı, ergenlik çağımda sığır ve koyun çobanlığı… Sonra da ormancılık mesleği… Dağlarla ormanlar hep yurt oldular bana… İnan, bu yurtlarda unutamadığım güzellikler yaşadım. Meslek hayatımda, tehlikeli görevlerde bile en ufak bir sızlanışım olmadı. Hatta vücudumda beliren bu mikrobu bile meslek hastalığı olarak görmedim. Orman ağaçlarına musallat olan parazitleri temizlettiğim halde doktorlar, baş belam olan bu paraziti ne yazık ki defedemediler benden. İstemesem de, beş yıldan bu yana bu asalakla birlikte yaşıyorum…
İlk olarak sol ayak baldırımda belirdi o illet. Deri altındaki şişkinlik, bir süre sonra dört beş santim çaplı nar rengi kızarıkla daha belirgin hale geldi. Doktorlar farklı tanılarda bulundu. Hatta kanser diyen bile oldu. Derdimin ne olduğunu bilemeyen doktorlar, olsa olsa kabilinden deri altındaki bu yayvan sertliği, antibiyotik iğne ve haplarla eritmeye yöneldiler. Yürümemi aksattığı gibi beni eve hapseden ve ara sıra sancı yapan bu sertlik üç ay sonra eridi. Önceleri kızaran, sonraları kararan deri de normal haline döndü.
Aynı musibet, altı ay sonra bu defa diz altında ortaya çıktı. Yine aynı tedavi yöntemiyle o meret de iki buçuk ay sonra defedildi. Zıkkım konuk, bir sene sonra dizüstüne göç etti. Şişkin, sert kızarıklığı büyüteçle uzun süre inceleyen mikrobiyoloji uzmanı bir doktor, bedenimdeki illetin lyme hastalığı olduğunu söyledi. Lyme adındaki Amerikalı bir doktor, birkaç sığır çobanında belirlemiş bu mikrobik hasatlığı. Yabani bir hayvan kenesinin ısırmasıyla insan vücuduna geçen bir virüsün lenf damarlarında yaptığı bir tahrifatmış. Vücutta, kan damarları gibi lenf damarları da varmış. Görevleri, hücrelere besin taşımakmış. Lenf damarlarında oluşan kuru iltihabı işte bu yabani hayvan kenesinden geçen mikrop yaratıyormuş meğer. Virüsü vücuttan atacak tedavi henüz bulunmamış.
“Bu mikrop, kalbe ulaşmadığı sürece insanı öldürmez,” dedi tanıda bulunan doktor. Ayrıca; “Gece yatarken ve gündüzün dinlenirken ayakların gövdenden yukarıda olsun. Yoksa bu mikrop kalbe doğru yol alır.” uyarısında bulundu. Açıklamasına göre insan kalbi, geri çekmede zorlanacağı için dikeliyken ayaklara fazla kan pompalamazmış. Kalp, ayaklar yukarıda olunca fazlaca kan yollarmış bacaklara. Aynı durum, lenf damarları için de geçerliymiş.
Mesleğin bir gereği olarak dağlardan dolaşırken, orman ağaçlarıyla haşır neşir olurken yere oturuyorsun. Ya da, soğuk bir su başında bir şeyler yiyip içerken oturağın, yer oluyor. Canla başla uğraş vererek bir orman yangınını kontrol altına alıp soğutarak iyice söndürmek için beklerken yerde uzanarak yorgunluğunu atmak zorunda kalıyorsun. Bazen, birkaç gün süren yangınlarda, toprak üstünde yatıp uyuduğun oluyor. İşte böyle durumlarda yerle temasta iken yabani bir hayvanın kenesi ısırmış beni. Farkında olmadım. Bereket, Kırım-Kongo kenesi ısırmamış. Öyle melanet bir kene kanımı emmiş olsaydı şu an seninle konuşamazdım zaten…
Derken kalçamda daha sonra da belimde belirdi maraz. İki sene boyunca bir daha ortaya çıkmadı parazit. Belalım yok oldu diye sevinirken, dört ay önce kendini gösterdi zıkkım. Hem de en kötü yerde. Sol koltuk altında… Yok olmamış, uykudaymış meğer. İstanbul’daki iyi bir üniversite hastanesinde, profesör ve doçent doktorlardan oluşan bir ekip, adeta kobaya çevirdiler beni. Sertlik, önceki uygulamalara göre eritildi. Üst toplardamar çeperine temas eden lenf damarındaki hastalıklı kısım renklendirildi. Acı gerçek şu Ömür Çiçeği: Bir ay önceki tetkik ve göstergelere göre mikrop, üst toplardamar çeperinden kalbe ve boyna doğru gidiyormuş. Mikrop boyunda belirirse felç olma olasılığım varmış. Kalbe giderse, kalp kaslarını hareketsiz bırakacağı için kesin ölürmüşüm. Kalbe giden lenf damarlarında daha fazla leke gören doktorlar, mikrobun çok tehlikeli bir hâl aldığını söylediler. Koca koca doktorlar, mikrobun kalbe ya da omuriliğe gitmesini engelleyecek bir çözüm bulamadıkları gibi inanılması güç ama altı yedi aylık bir ömür biçtiler bana… Bunun da bir buçuk ayı bitti. Ölmekten değil, felç olmaktan korkuyorum. Daha açık ifadeyle, felç olup bakıma muhtaç kalmaktansa ölümü yeğlerim. Karımın ve evlatlarımın bana çok iyi bakacaklarını bilsem de felçli bir koca-baba olarak onlara yük olmak istemiyorum. Ölse de kurtulsak dedirtmem. Böyle diyen evlatlar bildiğim için bu görüşümü her ortamda söylüyorum…
Ömür Çiçeği, bunları sana niye mi anlatıyorum? Bana hak vereceğini ummamdan olsa gerek. Vücuttan atılamayacağı için, ölümcül bir zarar vermeyecek şekilde bu mikropla bir beş sene daha yaşamak isterdim. Bazı amaçlarım vardı. Yıllarca yazdıklarımı derleyip kitap haline getirmek istiyordum. Zaten bunun için emekli olmuştum. Hep uzaklarda görev yaptığımdan yöreme yeterince yararlı olamamıştım. Bir beş sene daha yaşayacak olsaydım eğer, yöremin kalkınmasına uğraş verirdim. Bir de torun görmek isterdim…
Acı gerçeği kabullenmek karım ve evlatlarıma çok zor geldi. Aşırı derecede üzerime düştüler. Hatta kendimi tamamen ibadete adamamı bile söylediler. Ben, Allah’a, Allah’ın peygamberi Hazreti Muhammet’e ve Allah’ın kitabı Kuran’a yürekten inanan birisiyim. Ama cuma namazı dışındaki ibadetlere fazla duyarlı değilim. Benim için en büyük ibadet, hakkıyla hayırlı iş yapmaktır. İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin; “Olabildiğince insanlık değerlerini yerine getirmeye çalıştım. Dönüp baktım ki, dinimin benden istediği buymuş.” dediği gibi benim de ibadet önceliğim, insanlık değerlerine sahip olmaktır. Yaşamım boyunca hep bu yüce değerlere uymaya çalıştım. Kuran’ın çok yerinde geçen, Allah’a inanan ve hayırlı iş yapanlar cennete gider hükmü, inanç ve yaşam felsefem oldu hep. Ayrıca elbette unuttuğum geceler olmuştur, yatağa girişimde mutlaka Fatiha’yı okurum. Hiçbir dilekte bulunmam. Sadece “Sen her şeye kadirsin Allah’ım!” derim
Şimdiye kadar ibadet durumum bu iken, ölüm korkusuyla ibadete sarılmak, Allah’a karşı ikiyüzlülük olurdu. İbadet etme yönünden önceden neysem yine öyleyim. Karım ve evlatlarımın üzerime çok düşmeleri, ibadet dayatmaları bana ölümü daha çok hatırlatıyordu. Bir gün dedim ki; “Beni kaybetmeye alışmanız için başıma buyruk yaşayacağım.” Aile bireylerim epey karşı çıksalar da sonunda razı oldular. O nedenle yaylaya yalnız geldim. Birader ve yeğenlerime de bu durumumu anlatıp ölümlü diye üzerime düşmemelerini söyledim. Yaylaya gelişimin bir başka nedeni daha vardı. Ölüm duygusu beni, bazı özlemlerin tutsağı yaptı ne yazık ki… Çocuksu gençliğimin geçtiği yerleri gezmek istiyordum. Hayvanlar otlatıp çobanlık yapıyormuşçasına… Yaban çileği, domalan ve an mantarı topluyormuşçasına… Kızlarla eğlenceli oyun oynuyormuşçasına…
Yayladaki bu özlemlerimi giderdikten sonra Kaz Dağı’na çıkacağım. Orman işletme lokalinin yeniden düzenlenmesi için güzel kokulu bir ardıç ağacı kestirmiştim. Geceleyin düşüme girdi o ağaç.
Müthiş bir pişmanlık ve vicdan azabı duydum. Pişmanlık ve vicdan azabı hiç eksilmedi bende. Kestirdiğim o ardıç ağacının köküne iki adet ardıç fidanı dikeceğim ya da fidan götürüp parayla diktireceğim. Meslek hayatımın orman bölge şefliği dönemlerinde beş milyondan fazla orman ağacı kestirdiğimi tahmin ediyorum. Hiç pişmanlık ve vicdan azabı duymadım ve şu an itibarıyla da duymuyorum. Ormancılık ilmi ve tekniği gereği kestirdiğim gibi tohumla ve dikimle daha fazlasını yetiştirdim… Bir tek, o ardıç ağacını kestirmekle pişmanlık ve vicdan azabı duydum. O azap hiç eksilmedi…
Artvin’e gitmeyi umut ediyorum. Karçal Dağı’ndaki kayadan çıkan ve doyumsuz tadı olan sudan içmek istiyorum… Barhal Çayı’ndan da alabalık tutacağım. Yaptırdığım yollardan, köprülerden geçmeyi düşünüyorum. Tohumla ve dikimle getirdiğim binlerce hektar genç ormanlardan bazılarını özellikle ve özlemle görmek istiyorum… Yaptırdığın orman yangını gözetleme kulelerinin birinden ormanlara, dağlara bakacağım… Bu özlemleri zor giderecek gibiyim. Niye mi güldüm Ömür Çiçeği? Buradaki yangın gözetleme kulesinden, Murat Dağı’na ve ormanlara bakarken bir başka duyguya kapılır gibi oldum.
Kulede görevli, orman yangınları gözetleyicisi, çocukluk hatta çobanlık arkadaşım. Karısıyla birlikte yirmi yıldır bu görevi yapıyor. Yirmi altı yaşındaki kızları da yanlarında kalıyor. Babasının ve annesinin yerine gözcülük yapıp, saat başlarındaki tekmilleri telsizle o veriyor. Kulenin görüş alanındaki bütün mevkilerin adını biliyor. Bir orman yangınında çıkan dumanın rengine ve yükseliş şekline göre yangın hakkında doğru görüş bildirebilecek düzeyde bilgili. İşte bu güzel ve akıllı kızı yedi sene önce köyden birisi kaçırmak istemiş. O kişi bizim sülaledenmiş. Görsem tanımam. Kız, elinden kurtulmak için o kişiyi bıçaklamış. Hem de hadım edecek şekilde. O adam evlenmemiş. Kulecinin kızıyla evlenecek olanı da öldüreceğini söylemiş. O nedenle kıza talip çıkmamış. Bunları bana ilk gelişimde babası anlattı.
Kuledeki kızın dudakları, aynen senin etli pembe yaprakların gibi Ömür Çiçeği… Gülüşü, senin sarıçiçek açışın güzelliğinde. Evlenmesine engel olunduğu için dünyasına küskün bir hali yok… Sıcakkanlı ve tatlı dilli. Ona karşı sıcak duygular belirdi bende… Sanırım o da bana yakınlık duyuyor. İstemediğim halde öyle bir şefim diye hitap edişi var ki, dilinden bal damlatıyor adeta… İkinci gelişimde, bir önceki gündü. Terasta yetiştirdiği çiçeklere birlikte bakarken, “yaşam öykünü yazmak istiyorum. Özellikle evlenme özlemi konularında duyguların çok önemli.” dediğimde, kestane rengi gözlerini gözlerime odakladı. “İnsan, evlenme isteği duymadan da birisini sever.” dedi. Akşama doğru kuleden ayrılırken, “Gelişini geciktirme.” diye fısıldadı. İşte bu sıcak yaklaşımlar kule güzeline daha da yakınlaştırdı beni. Ölümcül derde düştüğümü söylemeyip, yaylada kalarak bir süre başımı dinlemek istiyorum demiştim sadece. Bugün kuleye gitme niyetinde değildim ama onu görme özlemi duydum nedense. Kule güzeli de beni bekliyor olabilir. Bu da gösteriyor ki, kule güzeline bir güzel âşık oluyor gibiyim… Ömür Çiçeği, gülüşüme sen renk vermiyorsun ama Murat Dağı kaş çatarak bakıyor bana. Güzel dağım, bilirsin seni çok severim. Oğluma bile senin adını verdim. Pek çok yerine adım attım. Bir tek en yüksek yerin Kartal Kayası’na ayak basmadım. Bir süre sonra kuleciyle zirvene çıkacağız. Bana kızgın bakma. Zirvene çıktığımda üzerine işerim bak. Gülüşüme aldırma dağım… Birçok dağa ayak sallayıp, serin havalarını ciğerlerime çektim. Soğuk sularından içtim. Gördüğüm dağların içinde en güzeli sensin… Himalaya Dağları’ndan sonra en çok bitki çeşidine sahip dağsın sen… Ana kaynağı olduğun Gediz, Sakarya ve Büyük Menderes nehirleriyle kilometre ötelerdeki ova ve barajları murada erdiriyorsun… O ki murat dağıtan dağsın, beni de muradıma erdir Murat Dağı’m… Bir beş sene daha yaşam ver bana… Uf… Saçmaladım yine Ömür Çiçeği. Allah dışındaki her bir şeyden dilek dilemeye karşı olan birisiyim ben. Murat Dağı dilek filan dilemiyorum senden. Dilek, sadece Allah’tan dilenir. Ben buna yürekten inanırım.
Yatarken okuduğum Fatiha Suresi de böyle buyurur. Murat Dağı’m, sarp bir yapın yok bana hâlâ haşin görüntü veriyorsun. Ölüm kapına dayanmışken, karın ve evlatların senin için üzülürlerken sen nasıl olur da güzel kulecime âşık olursun demek mi istiyorsun? Şu kısa ömrümde, âşık olmak da izin kapsamına girebilir… Bilemiyorum sevgili dağım… Kim bilir, belki de çocuksu gençliğimde yaşayamadığım bir aşkın özlemi bu…
Ömür Çiçeği; güzel dağımız geçmişe götürdü beni… Şu gerideki alanlarda sığır güderken yayladaki kızlar da gelirdi bazen. Çamsakızlarının en güzellerini toplardık onlara. Çiğneyiş ve sakız şaklatışlarına keyifle bakardık. Tadı harika olan yaban çileği toplamak için Murat Dağı’nın ilk eteklerine giderdik. Yapraklar içine koyduğumuz minnacık çilekleri çaktırmadan yedirirdik sevgiliye… Güzel Ela da topladığı çilekleri bana yedirirdi. Severdim Ela’yı… O da beni severdi… Yayladakiler bizi birbirimize çok yakıştırırdı. Annem bile Ela’ya gelin kızım derdi. Ortaokulda okuyamam ya da yarıda bırakırım diye Ela’nın bana gösterdiği yakınlığı ben ona gösteremezdim. Bilemiyorum Ömür Çiçeği… Kim bilir, yaşanmamış o çocuksu güzel aşkı kule güzeliyle yaşamak istiyor olabilirim. İster platonik, isterse gerçek olsun…
Bir de şöyle bir gerçek var Ömür Çiçeği. Orman yangınında ateşle temas ettiği halde kurumayan, hatta sıcak dumanın etkisinde kalan ağaçlar, tohum yılı olmamasına rağmen ertesi sene bol tohum verirler. Böcek tahribatına uğrayan ağaçlar da, kuruyacağını sanarak tohuma yönelirler. Bu olgu, neslin devamına yöneliktir. Bergama Kozak yöresinde şu deyim sıkça söylenir: Dibine ocak, tepesine nacak. Kozalak verimi düşük yaşlı fıstıkçamları, dibinde ateş yakılarak, ya da alttaki dallardan birkaçı kesilerek bol kozalak vermeye zorlanırlar. Demek istediğim şu Ömür Çiçeği: Ben şu anda dibine ateş yakılan ya da bir dalı kesilen bir ağaç gibiyim. Ölümü hissettiğim için tohuma yöneliyorum herhalde… Kule güzelinde duyduğum sıcaklık da bunun bir doğal sonucu olmalı… Üstelik kuledeki kızın adı da Ela…
Güzel dağımıza arada sataşsam da seninle her telden yarenlik etmek güzeldi Ömür Çiçeğim. Bütün bunları beni tanıman için anlattım sana. Çok iyi anımsıyorum, on yaşımdayken tanışmıştık seninle. Bu civarda hayvan otlatırken seni kökünden sökmüş, eve götürüp duvara asmıştım. Uzun süre solmadığın gibi çiçek açmaya devam etmiştin. Rahmetli babam, senden esinlenerek ömrümün uzun olacağını söylemişti bana. Çocuksu gençliğimde bana uzun ömürlü olacağımı göstermiştin… Bundan sonraki ömrümü de bildirmeni isteyeceğim senden. İşte bu nedenle arıyordum seni. Biraz sonra kökünden söküp götüreceğim seni. Evin duvarına astığımda kısa sürede solarsan eğer, yakın bir zamanda öleceğime… Solmaz ve çiçek açmaya devam edersen eğer, ömrümün sanıldığı kadar kısa olmayacağına inanacağım. Şu küçük bozkırından ayrılmak istemediğini biliyorum ama benim de sana ihtiyacım var… Ne olursun anla beni… Denize düşen yılana sarılmaya mecbur kalıyor bazen… Aslında ben, bırak bu türlü şeylere inanmayı, kişiye özgü yazgıya bile inanmazdım… Demek ki ölümü hissetmek insanda bazı değişiklikler yaratıyor… Duyduğum özlemler de bunun bir kanıtı olsa gerek. Öleceğini bilen ağaçlar da bol tohuma yöneldiklerine göre değişimler de yaratılışın bir gerçeği olmalı… Dibini eşelemeye bir türlü gitmiyor elim. İkileme düştüm. Vicdanım yazık etme diyor. Nefsim de kökünden söküp ömrünü öğren diyor. Of! Of ki ne of… Kazdağı’ndaki ardıç ağacını kestirdiğime pişman olup vicdan azabı çektiğim gibi seni kopardığımda da aynı duruma düşebilirim. O nedenle, vicdanımın sesini dinleyeceğim. Kaygılanmana gerek yok artık Ömür Çiçeği… Sen, şu taşlıklar arasında öyle bir güzellik yaratıyorsun ki… Seni kökünden söküp götürmek, doğa bilincinden nasibini almamak demektir. Hele benim gibi ana karnına bile doğanın kucağında düşen, büyürken onunla iç içe olan, yıllarca doğada hakkıyla hayırlı hizmet veren birisinin egosu için seni kıraç yerinden ayırması asla bağışlanamaz. Murat Dağı’na ve sevgili ormanlarıma yeminim olsun ki, seni yerinden söküp götürmeyeceğim… Oh! Müthiş bir rahatlığa kavuştum. Seni karşılarında görecekleri için güzel dağımızın yüzü yumuşadı, ormanlar daha bir yeşillendi… Murat Dağı daha bir uysal görüntüye dönüştü. Hoşça kal güzel Ömür Çiçeği… Bu kıraçları süslemeye devam et. Niye gülümsediğimi bilmek mi istiyorsun? Etli pembe yapraklarını okşarken, parmaklarım sanki kule güzelinin dolgun dudaklarındaydı… Sarılı kırmızılı çiçeklerini öperken, onu öpüyormuş duygusuna kapıldım bir an… Kule güzeli Ömür Çiçeğim olsun istedim. Ömrümü uzatır mı? Kim bilir?
Of! İyice dengesizleştim Ömür Çiçeğim. Güzel dağım ve sevgili ormanlarım. Sizler de tanık olun. Bundan sonra kule güzeline karşı platonik de olsa duygusal bir yakınlığa girmeyeceğim. Konuk olduğun yerde, arkadaşının evinde hane halkından birisine göz koymak, inancımız ve töremizle bağdaşmaz. Hele benim gibi öz değerlerine bağlı birisinin öyle bir davranışı asla bağışlanamaz. Kuleye gitmeyeceğim. Üzerime de bir ağırlık çöktü zaten. Yan yan giderek arabaya ulaşsam iyi olacak. Niye kalkamadım ki? Ayy… Sırtıma bıçak saplandı sanki… Bu soluma zorluğu da neyin nesi? Keşke biraderimi dinleseydim. Özlem giderme saçmalıklarıyla… Dağ başlarında… Yok yere heder olmadan… İstanbul’a gidip… Karımla evlatlarımın… Yanında olmalıyım… Tedbirimi alıp takdirini Allah’a bırakmalıyım…”
***
Ben birader.
“Ağamı, akıl ve mantığını duygularının önünde tutan birisi bilirdim. Her yönden takdir ederdim. Bu defa yanılttı beni. Hastalığının seyrindeki tehlike sebebiyle olsa gerek, aklıyla karar vermeyi biraz sakatlamış sanki. İki sene önce onararak dayayıp döşediği iki göz evinde gece yarılarına kadar oturup yazı yazıyor, sabahları da gün ışırken ayaklanıyordu. Niye uyumadığını sorduğumda, “Ömür, uykuda geçirilecek kadar uzun değil.” diyordu. “Dağa bayıra yalnız gitme. Birlikte gezelim. Ya da yeğenlerinden birisini yanına al.” dedim ağama. Ağam, kendine çok güvenir ve aynı zamanda inatçıdır da. Başına buyruk olmak için buraya geldiğini ve yalnız gezeceğini söyledi. Dağ bayıra yalnız gittiği için üç dört günden bu yana epey tedirgin ediyordu beni.
Bugün, ağam yayladan ayrılınca öteberi almak üzere traktörle köye indim. Orman binasından kuleye telefon ettirdim. Oraya gideceğini söyleyen ağamın kuleye gitmediğini öğrenince içime bir kurt düştü. Öteberi almadan yaylaya döndüm. Römorku bırakıp, traktörle tozlu orman yolunda ağamın arabasının izlerini takibe yöneldim. Taksiyi, yangın gözetleme kulesinin bir kilometre kadar doğusundaki Koyunyatağı alanında buldum. Bağırdım çağırdımsa da ağamdan ses gelmedi. Kuleye yollandım. Kulecinin karısını kulede bırakıp, Kuleci ve kızı Ela ile birlikte ağamı aramaya çıktık. Devamlı seslensek ve fışkırık çalsak da karşılık vermiyordu ağam. Aklıma kötü şeyler geliyor, böğrüme ağrılar saplanıyordu. Aramızda arama yapan Ela kızın feryat eden seslenmesiyle içimden bir şeyler kopar gibi oldu. Sesin geldiği tarafa koştum. Yaklaştığımda Ela kızın, örme yeleğini çıkardığını gördüm. “Ağama ne olmuş?” diye sorsam da cevap alamadım. Kuleci’nin de koşarak gelmekte olduğunu gördüm. Ela kız, yana çevirdiği ağamın boynu altına dürülü yeleğini koyarken vardığımda hareketsiz yatıyordu ağam. Korktuğum başıma gelmişti. Mikrop kalbine gitmiş ki kriz geçirmişti besbelli. Çöktüğüm gibi elini kavrayıp “Ağam ne oldu sana böyle?” diye sordum. Gözlerini bile açıp bakmadı ağam. Belli ki baygındı. Yan taraftaki Ömür Çiçeği’ni görünce, ağamın niye burada olduğunu anladım. Soluk soluğa gelen Kuleci’nin “Şefe ne olmuş?” sorusuna “Kalp krizi geçirmiş olabilir.” dedim. Ağamın, solunum zorluğu çekersem, arabanın torpido gözündeki soluma tüpünü takın, demesi geliverdi aklıma. Ağamın montunun cebindeki arabanın anahtarlarını aldım. Durumu Ela kıza anlatıp arabanın bulunduğu yeri söyledim. Gider misin dememi beklemeden elimdeki anahtarları kaptığı gibi yamaç yukarı koştu Ela kız…
Az ilerdeki şimşir ağacından parmak kalınlığında bir çubuk kestim. Daha iyi soluk alıp vermesi için ağamın çenesini açıp, çubuğu dişleri arasına sıkıştırdım. “Ağam, ağam, beni duyuyorsan gözlerini olsun biraz aç!” dedim ağlarcasına. Ağam, gözlerini azdan aralayınca dünyalar benim oluverdi…
On dakika sonra nefes nefese geldi Ela kız. Öyle sesli ve hızlı soluk alıp göğsü inip kalkıyordu ki, onun için korktum bu defa. Çubuğu aldıktan sonra ağızlığı takıp tüpü açtım. Kısa bir süre sonra ağamın göz kapakları biraz aralanınca içim daha da ferahladı. Hâlâ hızlı soluk alıp veren Ela kızın yüzü gülüverdi. Ağama, “Ömür Çiçeği’n Ela kız oldu.” dedim. Kuleci’yle biz hafiften gülerken gülümseyen Ela kız utanır gibi oldu. Ağamın, gözlerinden birer damla yaş süzüldü yanaklarına. Neden gözyaşı döktüğünü anlayamadım.
***
Ben Şavkı
Sedye benzeri taşıma aracı yapmak üzere biraderimle Kuleci kuleye giderlerken Ela benimle kaldı. Elimi tutarak duygulu bakış yöneltti bana. Sıcacıktı eli. Can suyu gibi geldi sıcaklığı… İliklerim bile ısındı… Gönlüm okşandı… Daha rahat soluk alıp vermeye başladım. Gücüme güç eklenmiş ki elimi tutan eli kavradım. Anladım ki Ela kız gençlik aşısı yapıyor bana… Dağa ve ormanlara baktım. Murat Dağı’m bu defa haşin bakmıyordu bana. Ormanlarım da daha bir yeşil gülümsüyordu… İçim coşkuyla dolarken besbelli gençlik aşısı tutuyordu… Ela kız, Ömür Çiçeği’m oluyordu sanki… Başımı çevirip öbür Ömür Çiçeği ’ne baktım. Göremeyince irkilir gibi oldum. Başımı kaldırıp baktığımda, hafif bir çukurluk vardı çiçeğin yerinde. Doğrulup oturunca, Ela kız da şaşırdı bir an. Ağzımdaki havalığı çıkarıp, “Ömür Çiçeği ‘ne ne oldu? “diye sordum Ela’ya. Babasının söküp götürdüğünü söyleyince, hepten geriliverdi vücudum. Tepkimden korkan Ela elini çekti. Sinirlendiğim için soluk alıp verişimden endişelenmiş ki hava ağızlığını takıp yere yatırdı beni. Yeniden tuttu elimi. Nedense eli sıcak gelmedi bu defa… Kıyamadığım Ömür Çiçeği’nin, kökünden sökülüp götürülmesine sebep olduğum için vicdanım sızladı. Tıpkı, “Kaz Dağı ardıcında olduğu gibi… Havalığı çıkardım ağzımdan. “Gidip Ömür Çiçeği’ni getirir misin?” dedim Ela’ya. Toprağını sulamak ve boğazımı ıslamam için biraz da su rica ettim. Tatlı bir ifade belirdi Ela’nın yüzünde. Başıyla tamam dediği gibi ayrıldı yanımdan.
***
Ben Ela.
“Orman İşletme Şefi, orman köylüsüne göre en önde gelen devlet ayağıdır. Ağaç kesim, sürgü ve nakil işi vererek aş pişirtir. Fidan diktirir, kozalak toplattırır, fidanların dibini çapalattırıp otlarını aldırır. Böceklerle mücadele yaptırtır. Öyle ki alacağımız parayı bile ayağımıza getirtir. Ev, dam, samanlık yapana ucuz tomruk verir. Hatta yeni yapılan köy camisine bile… Ormandan yakacak odun getirmeye belli zamanlarda izin verir köylüye. Yazları, bizim gibi yangın gözetleme kulelerinde ve yangın söndürme ekiplerindeki personeli işe başlatır. Rızkımızı sağlar. O bakımdan orman şefi, biz orman köylüleri için çok değerlidir…
Köylüm, buralarda şeflik yapmadı ama görev yaptığı yerlerde de değerli hizmetler vermiştir mutlaka. Kendisi köylü olduğu için köylülere babalık yaptığına eminim. Üç sene önce bayram nedeniyle yaylaya geldiğinde, kuleye de uğramıştı. Karısıyla birlikte. Kadın güzeldi ama köyü, köylüyü seven birisi değildi. Kocasının hatırına köye, yaylaya ve kuleye gelmek zorunda olduğunu belli ediyordu.
Bu defa yalnız geldi Şef. Emekli olmuş. Emekli olsa da köylüm, bizim de şefimiz sayılırdı. Saygıda kusurumuz olmazdı. Babamla eskiden ahbap oldukları için benim için ayrıca değerliydi köylüm emekli şef. Bu kez farklı gördüm Şef’i. Ya da onda değişiklik vardı. Bana bakışları biraz tuhaftı. Belki değildi ama bana öyle geliyordu. Babamla konuşurken gözleri sık sık bana kayıyordu Şef’in. İlk başlarda huzursuz olsam da sonraları beni bir başka yöne yönetti onun bakışları. Daha iyi bakması için ben de bakışlarımı gözbebeklerine odakladım… Akşama doğru ailecek uğurlarken, “Kulede yalnızlık sıkıntısı çektirme.” diyerek özlemini duyacağımı belirttim. Tabii biraz da işveli nazar atarak…
O gece anamla babamı aşağıya yatmaya gönderip yalnız başıma gözcülük yaparken epey bir sıkıntı yaşadım. Dertlerimi, sevinçlerimi Murat Dağı ve ormanlarla paylaşırdım. O gece, içimdeki şeytanlığı aktaramadım can dostlarıma… Onlardan utandığım için… Köylüm Şef’e, bir oyun düşünmüştüm. Bize yapılan o çirkin iftira yüreğimi dağlamıştı… Ben de sizlerin en hatırlı kişilerinizden şefinizle oynaşayım da görün siz diye yola çıkmıştım… O gün bilerek sürtündüm Şef’e… Birlikte terasta çiçeklere bakarken yine bilerek abandım kucağına… Şef’i kendime bağlamak isterken, Gediz ve Sakarya nehirleri benim yüreğime aktılar… Şef’e ben bağlandım. Şef, o gün giderken, yüreğim bir başka türlü atmaya başladı… Hiç gitmesin istedim. Şef’i sevdiğimi anladım. O gece, Şef’in sıcacık sevgisi sardı her yanımı… Isıttıkça ısıttı yüreğimi… Meğer yılların yarattığı yalnızlık, sevgiye hasret bırakmış beni. Hem de pek çok… Evli, üstelik yaşının iki katı biri de sevilebiliyormuş. Demek ki bazen, duygular, aklın önüne geçebiliyormuş. Bunları da öğrenmiş oldum. Ertesi günü, hatamı anladım. Doğru değildi yaptığım. Sevgili değil, iyi birer ahbap olurduk köylüm Şef’le. Uygun olanı buydu. Şef’in kaybolduğunu öğrendiğimde, bir sevgiliyi değil de bir dostu bulma umuduyla çıkmıştım aramaya. Onu ölgün bir halde bulduğumda bir yakınımı kaybetmişçesine yandı yüreğim. Yaşadığını öğrendiğimde, yaşaması, sağlıklı ve uzun ömürlü olması için Allah’a dilekte bulundum. Hava aygıtını getirmek için yokuşları dahi uçarcasına çıktım adeta. Hasta olduğunu öğrenince ona daha çok yardımcı olma duygusuna eriştim. Candan bir dost olma inancıyla…”
***
Ben Şavkı.
Ela’nın yanı sıra kızgınlığım da güç vermiş olmalı ki kendime güvenim arttı. Emekleyerek Ömür Çiçeği’nin söküldüğü yere vardım. Bazı ince kökler, taşlı toprakta duruyordu. Üzüldüm. Ben buraya gelmemiş olsaydım şu an yerinde duruyor olacaktı Ömür Çiçeği. Parmaklarımla çukurluğu biraz daha eşeledim. Taşlık alana baktım. Sevimsiz geldi bana. Buraya güzellik verenin Ömür Çiçeği olduğunu bir kez daha anladım. Çukurluğu tırnaklarımla genişletirken Ela kız geldi soluk soluğa. Önce su şişesini uzattı bana. İçim yanıyorken suyundan içmediğim şişeyi yana koydum. Köklerinin bezle örtüldüğü Ömür Çiçeği’ni aldım Ela’nın elinden. Birlikte özenle kökünü çukurluğa yerleştirdik. Ellerimizle toprağıyla kapattık. Biraz sıkılaştırdığım toprağı suladım. Sonra da boğazımı ısladım. Bu hareketime gülümsedi Ela. Bu defa Ela, candan bir dost duygusu yarattı bende…
Ömür Çiçeği’ni yerine dikince tatlı bir huzurla okşandı yüreğim… Ela’nın da sevindiğini gördüm. “Her şey yerinde güzel.” dedim ona. “Evet “diyen Ela, niye Ömür Çiçeği’nin yanında bulunduğumu anlamış ki, hüzün yüklü baktı bana. Ardından da “Size söz veriyorum, Ömür Çiçeği’ni soldurmayacağım… İki günde bir gelip sulayacağım…” dedi. Teşekkür ettim.
O an Ömür Çiçeğimin Ela olduğu duygusuna erişince içim bir ferahladı bir ferahladı ki… Çok sağlıklı hissettim kendimi. Kazdağı’nda kestirdiğim ardıç ağacının kütüğü yanına, Ela ile birlikte iki ardıç fidanı dikmekte olduğum duygusuna kapıldım nedense…”
Veysel Başer