0

GAZEL MEVSİMİ

Genç bir kadın, şehrin merkezindeki o koca araştırma hastanesinin beşinci katında kuzeye bakan beş yüz on yedi numaralı hasta odasında yatıyor. Üzerinde beyaz çarşaf gibi bir örtü… Suratı kansızlıktan olacak ölü yüzü gibi. Gözleri kapalı, ağzında oksijen maskesi rahat nefes alması için. Dirseklerine kadar açık olan kollarından birinde serum, hatta kaçıncı serum… Ne zaman uyuyup ne zaman uyandığı belli değil. Duvarda asılı, orada sürekli çalışmaktan olsa gerek eğri duran televizyon şimdilik kimsenin umurunda değil.

On yaşındaki kız çocuğu refakatçı ama her şeyin farkında. Ona hastane çalışanlarının aldığı oyuncaklarla pek ilgilenmiyor. Her sabah ve akşam vizite için doktorlar geldiğinde “biz ne zaman eve gideceğiz?” diye soruyor. Bu soruya duvarlar bile ağlar ya, gözleri yok… Doktorlar ve klinik hemşiresi viziteden sonra odanın dışında konuşuyorlar. Kız çocuğunun işittiği tek söz, “biraz daha burada misafir kalın bakalım.” oluyor. Yandaki yatağa gelen hastalar birer birer gidiyorlar, çocuk bunun farkında ama susuyor. Saçları dağınık olan kız çocuğu bilerek taramıyor saçlarını, annesi iyileşecek ve o tarayıp örecek.

Gazel mevsimi, şehir, hastanenin bu odasından çok rahat görünüyor. Çocuk bazen dalıp gidiyor dışarıyı seyrederken… Koca çınar yaprakları kahve rengine bürünmüş. Parlak ışıklı elbise giyen belediye işçileri çalı süpürgesi ile ekmek mücadelesi peşinde. Karınca sürüsünü andıran araçların hepsi bir oyuncak gibi. Ve o çocuk ile annesi bu hastane odasında şimdilik oyunun dışındalar. Okul ve ev arasında anne ya da babasıyla mekik dokuyan çocuklara gıpta ile bakıyor. Hani dualar kabul olurdu! Kaç keredir ellerini göğe kaldırdı çocuk ama annesiyle hâlâ hastanedeler. Gelen giden zaten yok.

Küçük Cemil ise her şeyden habersiz anneannesiyle beraber. Yemek yemiyor, bazen uyumak istemiyor. Orada burada uyuyakaldığında yaşlı kadın onu kucağında götürüyor yatağına. En sevdiği oyuncağını bile günlerdir eline almıyor. Annem gelsin, diye tutturuyor. O böyle yaptıkça ağlıyor anneanne. Elinden gelen şimdilik bu…

Oldukça güzel olan genç kadın sabahın ilk ışıklarıyla uyanıp çayı ocağa koyuyor. Kahvaltı sofrasında hiçbir şey eksik olmamalı. Çocuklar çay içmek istese de onlar şimdilik koca bir bardak süt içecekler. Sıcak ekmek almak için fırına gitmeye üşenmiyor. Hem sıcak ekmek olmadan kahvaltının tadı mı olur! İncir reçeli, tel peynir, kaşar, yeşil ve siyah zeytin, annesinin köyden gönderdiği rafadan yumurta masayı süslüyor. Çayı demledikten sonra ilk olarak eşine “Kalkar mısın hayatım?” diye sesleniyor. Eşi lavaboya giderken çocukları gıdıklayarak uyandırıyor. Herkes hazır olduğuna göre artık kahvaltı edebilirler. Çocuklar gene süt içmemek için direniyor ama evin babası “Hımm!” diye çekişiyor. Kahvaltıdan sonra eşini işe yolcu etmeye hazırlanıyor güzel bayan. Alışveriş için biraz para istiyor. Adam parayı verdikten sonra eşini öpüyor, gülerek ayrılıyorlar. Şimdi sıra kız çocuğunda, okul servisi birazdan gelir. Genç bayan kızını okula hazırlıyor ve her sabah olduğu gibi kızının saçlarını özenle tarıyor. Kız artık on yaşında servise kendi binebiliyor. O yüzden şimdi sıra kahvaltı sofrasının toplanıp evin ikinci erkeğiyle ilgilenmede.  Onu genç anne kreşe götürecek.

Salaş bir Ermeni meyhanesi… İçeride iğne atsan yere düşmez, öyle.  Yemek yiyenler, içki içenler, sigara dumanı altında birbirini bile görmeyen gözler… Kimi işinden, kimi eşinden kimi de keyfinden orada. Biraz kafa dağıtmak, arkadaşlarla muhabbet herkese iyi geliyor. Her an hayatın kahrını çekecek değil ya insanoğlu. Arada meyhaneye gelip ucuz şarap var mı, diye soranlar oluyor. El atından yapılan alışverişten sonra herkes kendi yoluna.

Sadık ve onun gibi aylak birkaç arkadaşı yine o akşam meyhanedeler. Meyhaneci bile bıkıyor bu adamlardan. Dertleri ve istekleri hiç bitmiyor. Birini gönderiyor masaya, “git bakalım ilgilen şunlarla,” diyor. Sadık, garsona “masayı donat,” diye emrediyor. Her zamankinden işte… O gece karakolda sabah oluyor. Nezarette zor kendine geliyor aylak adamlar. Neyse ki şikâyetçi kimse yok. Sadece komiser bu adamlara biraz nasihat ediyor. Kızarmış gözlerle dinliyorlar komiseri ama nafile çıkışta her şey unutuluyor.

Eve gidip dinlenme zamanı, Sadık’ı karşılayan karısı değil ağabeyi. Bu adamı hiç sevmiyor. Onun da kendinden pek hoşlandığı söylenemez. Ağabey Sadık’ın üzerine sinen kokudan rahatsız oluyor.

“Neredesin lan, sen evli barklı koskoca herif! Babam senin yüzünden gitti. Şimdi de bizi mi kahredeceksin?”

Sadık gene nasihat edecek sanıyor. “Eve geçelim” diyor. İçeride en çok Sadık şaşırıyor. Ev sessiz sakin ve hatta hayat emaresi yok. Duvardaki saatin tik takları duyuluyor. “Karın nerde çocuklarından haberin var mı?” diye soruyor abisi. “Bir yere mi gitmişler?” diye soruyla cevap veriyor. Ağabey tiksintiyle bakıp kardeşine gidiyor.  Sadık üşüyor. Kafası zaten kazan gibi. Yatağına gidip zıbarıyor.

Hüseyin Hoca en içten duygularla okuyor salayı. Bitirince “Allah mevtaya rahmet, geride kalanlara sabır ihsan eylesin.” diye dua ediyor. Hastane morgunda kadın gassal tarafından son yolculuğuna hazırlanan mevta oradan cami önündeki musallaya götürülüyor. Öğle namazı, cenaze namazı ve defin işlemleri çok vakit almıyor.

Çocuklar şimdilik teyzesinin yanında kalıyor. O gün teyze küçük kızın saçlarını tarıyor.

Sadık, hâlâ derin uykularda…

 

Yusuf Yılmaz

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler