0

KÜÇÜK SU KIRK KURUŞ

Nereden dolandı dilime bilmem ki. Ya da kimden kaldı kulağımda? Sabahtan beri tekrar edip duruyorum. Kâh sesli kâh sessiz defalarca içimden geçirdim bu sözü. Acaba ara sokakların birinde, karşımıza aniden çıkan o eski zaman bakkalının önündeki şişelerin yanı başında mı okudum. (Küçüğünki yazılı olduğuna göre elbette büyüğün de fiyatı yazılıdır. Lâkin mevzu o değil.)

Yahut da güzelliği bize meçhul olan sevgili için mi yazılmıştır türkü yakıcısı veya bestekâr tarafından: “Küçüksu’da gördüm seni, gözlerinden bildim seni” diye. Hakikaten Küçüksu muydu o yerin adı, yoksa İncesu muydu?

Sahi, öyle çok su’lu yer var ki sınırlarımız içerisinde! Öyle de çok mevki adı: Aksu, Karasu, İncesu, Kızılsu. Kızılsu’yu uydurdum aslında, öyle bir yer işitmedim de. Kim bilir belki de vardır bir yerlerde. Kızıl Ordu, Kızıl Sultan, Kızılırmak, Kızılcahamam var da Kızılsu neden olmasın?
Kızılı, kızamığı, kızamıkçığı, kuşpalazını takan uydurucu, karahummanın, sarıhummanın yanına bir de kızıl humma uyduramaz mı? Rahatlıkla uydurur. Uydurmakla kalmaz, söyleye söyleye millete de zorla kabul ettirir. Sürüyle kelime, böyle böyle girmiyor mu lisanımıza.
Sulu sepken bir yağmura tutulduğunu sanırsın haritaya şöyle bir göz attığında. İliklerine kadar ıslandığını hissedersin. İlle de Karadeniz’de, İlle de Karadeniz’de! Derepazarı, Dereli, Yağlıdere, Kalkandere, İkizdere, İyidere.

Çamoluk, Çataloluk, Çaybaşı, Çatalpınar, Sulusaray, Sulu Sokak, Suluova… Pınarlı, çeşmeli, gözeli olan yerleri söz konusu bile etmiyorum. Çatalçeşme’nin adını dahi aklımdan geçirmiyorum. Kim bilir Kuruçeşme, Çukurçeşme, Aynalıçeşme, Selamiçeşmesi gibi daha ne kadar yerleşim yeri vardır bildiğimiz ya da bilmediğimiz. İleride adı koyulacak olan yenileri de cabası.

Küçük su kırk kuruş. Küçüksu mu, küçük su mu aklımı kurcalayıp duran; henüz çözmüş de değilim, hoş bu dünyaya çözücü olarak da gelmediğime göre… İstanbul’u lâyıkıyla bilmiyorum aslında. Kırk kuruş olan küçük su, büyük ve küçük boğaz turu gibi bir şey midir? Hani bir ucundan bir ucuna gezdirirler de kırk kuruşunu tıkır tıkır sayarsın. Gezdiğin için mutlu olur, yeni yerler öğrenirsin. Çokbilmiş bir rehberin ardına karınca katarı gibi takılırsın da çarpılmış dizlerini birkaç saatliğine unutursun. Arada yapılan ikramlardan nasiplenip turdaşlarına yorgun gülücükler atarsın, yeni turlara da katılmayı hesap edersin. Küçük su kırk kuruş. Biteviye tekrarlıyorum bu lâkırdıyı. Bunuyor muyum nedir? Kendisine çaktırmadan, için için güldüğümüz birinci kat komşumuz Hayriye Hanım’a döndüm resmen. Ziyaretine gittiğimizde, ta çocukken en büyük ablasının nişanında öğrendiği ‘Kadifeden Kesesi’ türküsünü söylemeye başlar, araya ne kadar laf katarsak katalım, bir saniyecik sustuğumuzu görünce hemen kaldığı yerden devam ederdi.

Küçük su kırk lira niye demiyorum acaba? Kuruşların devlet tarafından kaldırılacağını söylememişler miydi bir zamanlar. Galiba kaldırılmıştı da. Unuttum şimdi. Kuruş devri bittiğine göre, daha eskilerden kalma bir hatıra olmalı bugünün esas oğlanı. Esas kızı mı denmeliydi?

Büyükada’daki payton turları gibi midir yoksa? Büyük tur 80, küçük tur 60 nevinden. Bir de eşekli, midillili, bisikletli, tabanvaylı yani yayan atılan turlar var. Hoş, sonraları onlar da kalmadı ya.

Küçük su kırk kuruş. Ücra bir kasabanın, gözden ırak bir köşesindeki umumi helânın mendil büyüklüğündeki penceresinde mi yazılıydı da dilime pelesenk oldu. Bir ses, bir tını, bir koku mu beni bu söze mahkûm etti bir türlü hatırlayamıyorum. Ya da çarşı iznine çıkan taze tıraşlı, ayaz kırmızısı bir askerin poz verdiği yerin hemen arkasındaki camda mı okuduydum?
Nerede gördüm o pozu? Nerede işittim bu sözü? Ne zaman beynimin kıvrımlarından çıktı piyasaya? Meraktayım, habersizim de.

Öğrenince ne yapacağım, onu da bilmiyorum. İçim mi rahatlayacak, borcumu mu kapatacağım, hangi derdime derman olacak? Derdim var mı diğer insanlar gibi; hatta diğer canlılar gibi, onu da bilmiyorum. Yuvası kasırgaya kapılan bir karganın, yenisini baştan inşa etme telaşı da dert, ikide bir haylaz çocuklarca delikleri deşilen eşekarılarınınki de dert, yakılan anızın içinde yavruları kalan tarla faresinin acısı da dert. Benim aklıma takılan da bir dert olmalı.
Sahi, yavruları kurtarmak için kaç şişe küçük su gerekir?

Küçüksu denilen semtte, içinde kayıkla gezilen ufarak bir göl var mıdır? Lâkin ufarak gölde kayık olur mu ki? Hadi şöyle okkalı bir göl olsa neyse. İstanbul’u layıkıyla bilmediğimi söylemiştim. Bir turu kırk kuruşa kayık sefası yapılır mı? Ah, affedin, dilim sürçtü. Kırk para. Hayır hayır lira. Ama altına da lira denmiyor muydu? Öyle olmasaydı, ninelerimiz, “ekin ektik düzlere, buyrun gelin bizlere, sarı lira gönderek, sizin gibi kızlara” derler miydi?
Yahut da “şu dağlar sıra sıra, yârim gitti Mısır’a, yâre lira yolladım, mektubun ardı sıra” diye mâni uydururlar mıydı?

Mangır, metelik, papel, akçe, kayme de mi para idi? Banknot, kuruş, mecidiye, lira…
Tabii ya, daha bu sabahtı. “Ben bu büfeyi açtığımda küçük su kırk kuruştu birader” diye dert yanıyordu, otobüs bileti aldığım ekmek kapısının kırçıl bıyıklı sahibi. “Caminin arkasındaki helâda da küçük su kırk kuruştu” diye cevap veriyordu sakalları kırçıl olan bir başkası. Kırçıldaşların muhabbetlerinin sonunu dinleyemeden, kaplıcaya gidecek olan otobüsün korna çalmasıyla içeriye atmıştım kendimi. Sırtıma aşağı terler inerken sular seller, çeşmeler borular, şişeler camiler, biletler büfeler birbirine karıştıydı.

Akşamın darında aynı otobüsle geri dönerken de terler sırtıma aşağı iniyor şu yaz gününde.
N’etmeli bilmem ki? Nasıl rahatlamalı? Büfenin orda indiğimde, ortanca damat beni almaya gelene kadar, bir küçük su alırım da kendime gelirim belki…

Fatma Pekşen

 

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler