SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
MU’TAD VAZİYETLER
Bazı zamanlar, yani havanın karanlık ve gri olduğu, şehrin ıslak, insanların siyah beyaz filmlerden (hani ne denir?) fırlayarak, sokaklara dağıldığı zamanlar; siyah, beyaz ve griden başka bir renk bulabilmek için kendimi evden dışarı atarım. Tutup kolumdan, hiçbir mazereti dinlemeden atarım hem de.
Bu zamanlardan birinde, eski bir alışkanlıkla (Yani bahsettiğim zamanlardan birinde) her zaman yaptığım gibi hep gittiğim kafede otururken gördüm onu. Köşedeki masada, yani sokağın küçük bir balkon sayesinde kafe ile buluştuğu o yegâne masada, yani kafenin en sevdiğim masasında, “benim” diyebileceğim, tek masada oturuyordu. Üzerinde krem renkli ince bir mont vardı. Başka detay hatırlamıyorum. Güzel elmacık kemikleri ve güzel dudakları da vardı.
Ben de karşısında ama tam olarak karşısında olmayan, arkasındaki kızıl tuğlalı duvarın, üzerinde kırmızı bir elma tablosunun asılı olduğu duvarın önündeki masaya oturmuştum. Her zaman yaptığım gibi simsiyah bir kahve sipariş edip defterimi açmıştım önüme. Üzerinde kırmızı bir yelkenlinin ve masmavi bir denizin (ki hiç dalgalı değildi deniz. Ölü gibi donuk ve donuk bir göl kadar ölü ki -donuk göller hiç de ölü sayılmazlar-) resminin olduğu güzel bir defterdi.
Sonra kahveyle birlikte her zaman yaptığım gibi küçük bir dilim tiramisu da söylemiştim. Gerçi bunu genelde kahve sipariş ederken söylerdim ama o gün biraz kafam karışmıştı. Sebebi malum, her zaman yaptığım gibi köşe masada oturamadığım için. Küçük balkondaki yegâne masada… İnce parmakları da vardı bunu söylememiştim. İnce ve uzun parmakları vardı. Piyanist parmağı denilen cinsten parmaklardı bunlar. Birine, ince gümüş bir yüzük takmıştı ama yüzük parmağına takılanlardan değil. Basit, dümdüz bir yüzüktü, yuvarlak. Bir özelliği yoktu. Anlatmaya bile değmeyecek türden bir yüzük işte. İşaret parmağına takmıştı ki bence en güzel parmağıydı. Mesela serçe parmağına taksa ya da orta parmağına, yüzük bu kadar yakışmayabilirdi.
“Bu kadar yakışmış mıydı gerçekten?” diye sormayın, bundan çok daha fazlasıydı. Ama zaman işte, su gibi akıyordu, dışarıda ufaktan yağmur da başlamıştı. İnce ama görülebilen türden bir yağmurdu. Kaldırımın ve asfaltın üzerine bakmadan görülebilen, hani yağıyor mu diye merak ettirmeyen, biraz keskin bir kulakla tıpırtılarını fark edebileceğiniz cinsten. Kaldırımın üzerindeki ağacın dallarından damlalar düşüyordu. Ben tabii, pek de bilmem hangi ağaç hangisidir? Ama dallardan ve yapraklardan süzülüp düşen yağmur damlalarından anlarım. Islak kedi kokusundan ve toprağın ilk kez ıslandığında ortaya çıkan kokudan da anlarım. Gerçi bunu çoğu insan bilir. Yine de kokularla aram iyidir diyebilirim, bir nesneyi ya da insanı bile kokusundan tanıyabilirim. Tanımıyorsam (mesela bir insanı) kokusundan dolayı onu sevebilir ya da nefret etmesem bile sevmeyebilirim. Bu konuda tıpkı bir köpek kadar hassasım sanırım.
Garson kahvemi getirdiğinde azıcık ter ve azıcık da parfüm kokusu aldım. Bu, kahveyi koklamamdan önceydi tabii. Kahve güzel kokuyordu. Toprak ve karabiber, belki birazcık da narenciye… Ter kokusuna gelince bunu fazla önemsemem. İnsan doğasına karşı ne yapabilir ki? Ama parfüm öyle değil. Bu bir seçimdir ve onca koku arasından kendine en çok yakışanını seçmek maharet ve zevk ister.
Garson adımlarken parkeden çıkan ses, karşımdaki duvarın tuğlaları ve ölgün bir ışıkla sadece duvarı aydınlatan aplik bile çirkin geldi gözüme. Hepsi bu parfüm kokusu yüzündendi. Sonra kahveyi kokladım ve toprak, karabiber ve birazcık da narenciye kokusuyla yatıştırdım kendimi.
Kadın işaret parmağıyla yüzüne düşen saçlarını düzeltti. Bu her zaman oluyordu belli ki. Öylesine uzanıp kulağının arkasına aldı saçlarını. Minik bir küpe taktığı minik, beyaz kulak memesini gördüm. Saçları kızıldı kadının. Üzerinde bej, ince bir mont vardı. Bundan bahsetmiş miydim? Kızıl saçlardan yani? Beyaz ve çıplak belinin üzerine düşerken hayal ettiğim kızıl saçlardan?
“Böyle şeylerden konuşmak en azından edepsizlik midir?” diye sordum kendime. Sonra bundan neden bahsedeyim ki birine dedim, ama çenem bazen düşebildiği için en iyisi unutmak dedim kendime. Unutmak bir kutsanma biçimidir tanrı tarafından ama tanrı tarafından unutulmak diye bir şey de var. Ki bu şey, hatırlanmak isteyen biri için felakettir. Din konusunda pek de iyi olmadığım için bu konuyu da hemencecik unutmaya karar verdim. Durup dururken madenciler geldi sonra aklıma. Bir göçüğün altında kalmış, kurtarılmayı bekleyen fakat bir türlü kurtarılamayan adamlar. “Tanrı tarafından unutulmak böyle bir şey olabilir,” dedim kendi kendime. Ya da bir depremde enkazın altında. “Tanrı en çok da o zamanlar hatırlamalı insanı,” dedim.
Bu arada kahvesini yudumlarken dudağının yanında minik bir gamzenin oluştuğunu gördüm. Kadının diyorum. Hâlâ karşımdaydı, tam olarak karşımda değil ama. Biliyorsunuz balkondaki tek masada, köşede. Aramızda büyük ve genişçe bir kolon vardı. Üzerine küçük İstanbul resimleri asılmış olan ve hâlâ çirkin olan… Yani balkonla salonun birleştiği yerde duran. Demek balkon sonradan yapılmış diye düşündüm ki, bunu ilk kez o anda fark etmiştim. Hiçbir zaman kafam böyle şeylere çalışmaz zaten. Böyle mekanik konulara yani. Gerçi pek umursadığım da söylenemez hani. Bazıları öyledir, merak ederler: Kaç metrekaredir, kaç odadır, kaç katlıdır, kaç masa vardır?
Ben bunları umursamayanlardanım ama bazı şeyleri de merak ederim tabii. Mesela o parfümü neden aldığını merak ederim. Öylesine bir anda, ayaküstü alınmış bir şey miydi? Yoksa biri mi hediye etmişti? Ya da uzun uzun koklayıp sonunda gerçekten zevksizliğinden mi satın almaya karar vermişti ki, bütün bu soruların cevapları yeni sorular sormamı sağlayabilirdi kolayca. Mesela biri hediye ettiyse… Neyse mesele uzun.
“Neden bunları merak ediyorum?” diye aklınıza bir soru takılırsa cevabı kolay. “Siz neden bir şeyleri merak ediyorsanız, o yüzden, diye cevabı yapıştırırım,” dedim kendi kendime. Bu hayali konuşma bana hatırı sayılır bir tatmin bile yaşattı diyebilirim. Mesela bu konuşma masamda oturan kadınla aramızda geçseydi, verdiğim cevaptan dolayı aramızda gizli bir gerginlik yaşanır mıydı? Merak ettim. Belki de böyle şeylere pek takılmayan biriydi. Yani lafı gediğine koyma meselelerine diyorum. Bunları küçük, zavallı oyunlar olarak gören biri miydi yoksa altta kalanının canı çıksın diyen biri mi? Tartışır mıydık mesela? “Böyle şeyleri merak eden biri olarak yakınlarda bir psikologla görüşsem ya,” dedim kendime. Onlar ne bilir ki? Bana bunları merak eden biri gerek dedim sonra.
Konuşurken de, kahve içerken olduğu gibi dudağının üzerinde gamze oluyor muydu? Ben gamzesini izlerken onu dinleyip dinlemediğimi merak eder miydi? O da yasemin kokusunu sever miydi ya da sedir ağacı? Ben konuşurken şimdi olduğu gibi elini çenesinin altına koyar mıydı? Kırmızı oje yerine gülkurusu da sürer miydi tırnaklarına?
Sonra kalktı, çantasını omzuna astığı gibi yürüdü gitti.
Ben de masama geçtim, hâlâ yağmur yağıyordu lakin dikkatli bakmazsanız pek görülmüyordu. Yağmuru görmenin en iyi yolu yerdeki birikintilere bakmaktır. Bunu çoğu insan bilir.
Ümit Bora Başkan