0

İKİNCİ BAHAR

Fesuphanallah! Neymiş efendim: “Kaynanamın ölümünden daha kırk gün bile geçmeden, kayınpederimi bir evlenme sevdasıdır almış yürümüş(!)” Önüme gelen herkes böyle söylüyor. İçten içe öyle gıcık oluyorum ki bu lafa! Sanki bu adamlar, benim tavrımı öğrenmek, hanımın tepkisini ölçmek istiyorlar! “Canım, nereden çıkarıyorsunuz böyle dedikoduları? Olsa duymaz mıyız? Hem bu kadar erken mi?” diyorsam da, ısrarla herkes aynı şeyi söylüyor: “Kayınpederin evleniyor!”

Dediklerine göre, “Gizliden gizliye arıyormuş, el altından sorup soruşturuyormuş. Bu işlerin çöpçatanı, el birlikçisi çok olurmuş. Bu günlerde kayınpederimde üst-baş yerindeymiş. Hatta dışarıya tıraşsız adımını dahi atmıyormuş! Evlenmeyecek adam böyle ‘gılavlı’ mı gezermiş?”

“Gidip gördüm, konuştum; ağzından dinledim.” desem yalan olur. Ben de bizim hanım gibi yalan-yanlış başkalarından duyuyordum. Haftada bir gün ilçe pazarına inen Kuyuluklular (hanımın köylüleri) beni görünce arkamdan koyun meler gibi, “A be enişte! Azcık gel hele!” diyerek çağırmıyorlar mı? Tek gözlerini kırparak sarı dişlerini göstere göstere yılışmıyorlar mı? Sonra da kulağıma ağızlarını yaya yaya tahmin ettiğim malûm lafları etmiyorlar mı? Neler neler demiyorlar ki: “A be, ben daha dünkü çocukmuşum. Onlar kayınpederimin gençliğini bilirlermiş. Ta o zaman çapkın bir hin yılanıymış!” Hatta bizim, onun evlenmesine niçin yardımcı olmadığımızı; sorup öğüt verenler olduğu gibi, daha da ileri gidip “Kayınpederimin evlenmek için kaynanamın ölümünü beklediğini…” söyleyen avurdu yelli patavatsızlar bile çıkıyordu.

Tabii bizim hanım, böyle laflara fena halde bozulduğu için artık duyduklarımın çoğunu aktarmıyordum ona. Haklı olarak zoruna gidiyor, ağlıyor, sızlıyordu. Ona göre, “Annesinin acısı yetmiyormuş gibi, şimdi de el âleme gülünç mü olacaktık? Eğer bu adam şimdiden evlenmeye kalkmışsa düpedüz çılgındı, aklını yemişti!”

Hanımla yine de duyduklarımıza inanmadık, ihtimal vermedik; hepsini ısrarla reddettik. Yalandı, söylenenlerin hepsi yalan! Kaynanam öleli kırk gün bile olmamıştı. Toprağı kurumamıştı merhumenin! Henüz taziyeye gelip gidenler oluyordu. Bu adam, bu kadar cahil, tez canlı, vefasız; bu kadar saygısız mıydı? Uyduruyorlar, düpedüz uyduruyorlardı işte! Babasının bir hafta boyunca çocuklar gibi böğüre böğüre ağladığını görmemiş miydik? Cenaze toprağa verilirken bir ağaç gibi yere devrildiğine şahit olmamış mıydık? Günlerdir yemeyip içmeyip sarı gazeller gibi titrediğine içimiz yanarak bakmamış mıydık? Bir büyük olarak çocuklarını teselli edeceğine, kendisinin öğüte muhtaç olduğunu; zavallı duruma düştüğünü görmemiş miydik? Bunca yıllık babasını başkalarından mı öğrenecektik? Bizi acımızla da koymuyor kıran giresiceler, namazında niyazında olan ihtiyar bir adamı utanmadan dillerine doluyorlardı!  Ama millete laf gerekti. Elin ağzı torba değildi ki büzesin! Aslında bütün bu dedikoduları babasının zengin olduğunu, ileri gittiğini istemeyenler çıkarıyorlardı. İnşallah hasetlikleri ayaklarına dolanır, kınadıkları başlarına gelirdi!

En iyisi telefon edip sormalıydım: “Bak baba…”, “Kulağımıza türlü türlü laflar geliyor. Evleniyor muşsun, doğru mu?” demeliydim. Yok canım, telefonla da konuşulmaz ki bu işler. Hem böyle damdan düşer gibi sormak da ayıp olur, yakışıksız kaçar. En doğrusu gelecek hafta kızını alıp varmalıyım yanına. İkinci ağızdan bilgi almaktansa, kendisiyle yüz yüze konuşmakta fayda vardı. Biliyorum, utangaçtı kayınpederim, konuşmazdı belki ama gönlüne koymamalıydık. Usulüne uygun olarak konuyu açmalı, ağzını aramalıydık veya “Açık konuşalım baba!” demeliydik. “Bir şey olacaksa önce kızın, çocukların bilmeli. Biz, evlenmene değil, bu kadar erken davranmana karşıyız. El âlem sonra bize ne der? İnsaf, annemizin toprağı kurumadı; kefeni solmadı. Böyle gizli gizli iş çevirme, bekle biraz.”

Belki de düşündüklerimizin, duyduklarımızın hepsi yanlış çıkar, söylediklerimize pişman olurduk. “Nereden çıkarıyorsunuz bu lafları yavrum!” derdi. “Benim yaşım aha altmışa ulaştı. Bu kadar cahil miyim? Bundan sonra işim, ahretin tarlasını sürmek!” Olur ya, mahcup ederdi bizi.

(Bir gün sonra)

Baktım, kayınpederim bizim okulda. Erkenden gelmiş, ziyaretçi kabul salonunda beni bekliyor. “Hayırdır inşallah!” dedim içimden. Niçin önce eve değil de doğrudan okula uğramasına bir anlam veremedim. Her neyse, gördüğüm iyi oldu. İlk dersim de boş. Konuyu açarım veya en azından ağzını arar, işin aslı astarı neymiş öğrenirim.

İçeri girdim. Ayağında siyah şalvarı, sırtında büyük oğlunun çok düğmeli kruvaze ceketi vardı. Şapkası dizindeydi. Solgun yüzündeki bir haftalık dikenleşmiş beyaz sakalları, kaynanamdan sonra üzerine nasıl bir sefillik çöktüğünün ifadesi gibiydi. Önce fark etmedi beni. İki eli koynunda, hafif öne eğik, gözleri ayakuçlarında, mahzun-dalgın oturuyordu. Sanki başına dağlar düşmüştü. Doğrusunu söylemek gerekirse onu öyle görmek içime battı. Hakkında duyduklarımın hepsi bir anda kafamda tersine döndü. Düşündüklerimden utandım. Laf üretenlere lanetler okudum! Beni görünce düşünceli hali çözüldü. Uykusuz, kızarmış gözlerinde uçucu, kırık bir tebessüm titreşti. Kımıldanıp doğruldu.

“Hoş geldin baba,” dedim. Elini öptüm.

“Hoş bulduk oğlum,” dedi. Sesinde şefkat ve koruma vardı. “Gel yanıma otur.”

Çift kişilik koltuğa yan yana oturduk.

“Nasılsın baba?” dedim.

“Nasıl olayım?” dermişçesine eliyle boşluğu iten şöyle bir işaret yaptı, hepsi o kadar. Doğru ya, nasıl olacaktı? Karısı öleli henüz kırk gün olan bir adam nasıl olurdu? Ateş düştüğü yeri yakardı. Bunca yıllık eşin, acıya tatlıya birlikte göğüs gerdiğin eşin, aynı yastığa baş koyduğun eşin bir anda yok olsun; sonra da “İyiyim, rahatım.” de! Diyemez, kimse diyemez. Anlıyordum onu. “Nasılsın baba?” derken eziklik duyuşum bundandı. Kayınpederimin düşünceli, dalgın, durgun oturuşu bundandı. Soruma sessiz kalışı bundandı. Kendisini kısa zamanda toparlayamadığı her halinden belliydi.

“Çay söyleyeyim…”

Doğrulurken kolumdan tuttu:

“Yok, içmem.” dedi. “Ortalık sakinken iki çift şor edelim.”

“İki çift şor” sözüyle yeniden oturdum. Son cümleyi söylerken titremişti sesi. Demek konuşmak istiyordu. Belki de konuşmak, içini dökmek, derdini paylaşmak için buralardaydı. Evi değil de okulu tercih etmişti. Yoksa köyden şehre her inişinde mutlaka bizi yoklar, kızını görür, torunlarını sever, öyle giderdi. Dedim ya, bir derdi, kafasına takılan bir meselesi olmalıydı. Önemliydi ki özellikle de benimle konuşmak istiyordu. Meraklanmadığımı söylesem yalan olur. En iyisi kendisinin anlatmasıydı.

“Eve gidelim baba,” dedim. “Bugün bizde kal.”

“Yok… Geri köye döneceğim. Evi boş bırakmak olmuyor; hâlâ taziyeye gelip gidenler var.”

“Ama gelip de uğramadığını duyarlarsa çocuklar, ‘şapkalı dede’sine sitem ederler bak! Torunların özlemiştir seni. Kızın da…”

“Onlara istersen geldiğimi hiç söyleme. Duymasınlar daha iyi.”

“ …”

Son cümlesiyle merakım daha da arttı. Düşünceli, anlamlı bir sessizliğe büründü. Yüzündeki yorgun çizgiler biraz daha derinleşti. Bir müddet ikimiz de sustuk. Tabakasını çıkardı. Kalın bir tütün doladı. Sarana kadar da hiç konuşmadı. Derin bir “Of!” döküldü dudaklarından. Şalvarının, ceketinin sarkık şiş ceplerini, yeleğinin döş kısımlarını dışından avuçlaya avuçlaya benzinli çakmağını aradı. Buldu. Sigarasını yaktı. İri bir köz dudak uçlarında kızarıp soldu. Acı bir duman soludu ikimizin arasına. Gözlerini pencereden gittikçe aklaşan mavi gökyüzüne doğru çevirdi. Şapkasını yeniden giyip siperini havaya kaldırdı.

“Değirmenin çarkı kırıldı oğlum,” dedi.

Bu sözü öyle dertli, öyle hüzünlü söyledi ki, gözlerinden pıtır pıtır yaşlar dökülecek sandım. Sustu. Dumanlar arasında yeniden bir bilinmezliğe, bir derinliğe gömüldü. İri siyah gözleri, yukarıya kıvrık kırçıl gür kaşları, atmaca burnu, kemikli yüz yapısıyla hiç kımıldamadan öylece duruyordu. Sanki hüzün, acı ve ciddiyet, bu görkemli çehreye yakışıyordu.

“Perişanım yavrum!”

“Anlıyorum baba.”

“Dedim ya, değirmenin çarkı kırıldı, düzen bozuldu. Gerçi şimdilik oğlanlarla birlikteyiz. Ama nereye kadar? Hepsi el gördülük. Bilmezsin sen bizim gelinlerin ne domuz olduğunu! Yarın bana bir tas su vermezler. Gözleri şimdiden malımda mülkümde. Yani diyeceğim o ki, olmuyor, bazı şeyler eskisi gibi olmuyor! Kaç oldu sabahları evden aç çıktım. Annen varken ben hiç evden kahvaltı yapmadan mı çıkardım? Bekle ki gelinler kalkacaklar, beni çağıracaklar… Anasını emmiş tay gibi yatarlar keyifleri yetene, gün yükselene kadar! Avrat dediğin üstüne gün doğdurmayacak. Sanırsın ki hepsi memur karısı! Erken kalkarım ben. Her gün her gün de kapılarını vurmak, bir tas çorba, bir bardak çay için beklemek olmaz ki! Biliyorum, yarın itecekler beni burunlarıyla. Kimsesizler gibi sabah çorbasını aha buradaki lokantada içtim. Zoruma gitti! Gün oluyor, iç çamaşırlarımı bile vermeye utanıyorum gelinlere… Anlıyorsun beni değil mi?”

“Anlıyorum, baba.”

“Ev bile şimdiden yağma edilmeye başlandı. Sanırsın ki sahibi yok. Kim, ne eline geçirirse doğru kendi evine götürüyor. Hani derler ya, ‘Ocağın yakışığı odun, evin yakışığı kadınmış!’ Anlıyorsun beni değil mi?”

“Anlıyorum, baba.”

“Akşam oluyor, herkes çekilip kendi evine gidiyor. Ben yapayalnız kalıyorum koca evde. Duvarlar sanırsın ki üzerime üzerime geliyor. Annen yok! Ev bomboş! Zoruma gidiyor, canım sıkılıyor. Yani anlayacağın yalnız olmuyor be oğlum, olmuyor!”

“Everelim baba seni!”

Eyvah, nasıl da kaçtı ağzımdan! Bir çırpıda bu sözü hangi cesaretle söylediğime kendim de inanamadım. Kayınpederimin gözleri alev alev yandı. Kan çöktü yüzüne. Bir kaşı hilal gibi havaya kalktı. Sanki o anki duruşuyla dondu. Korktum.

“Babana rahmet!” dedi. “Söyleyenden anlayan arif olsa gerek. Anlayışlı adamı severim ben.”

Derin bir nefes alıp boşalttı. Geriye şöyle bir yaslanıp şapkasının küreğini havaya kaldırdı. Artık sağ elinin avucu sürekli dizimin üzerindeydi. “Bizim çocukların hiçbirinde anlayış yok! Gencim ben daha yahu! Elbette böyle duracak halim yok ya! Kızımla konuş. İkna et onu.” (Kayınpederimin niçin önce eve değil de doğrudan okula uğradığını, sabahtan beri niçin oflayıp pufladığını galiba şimdi daha iyi anlıyordum.) “Ama baba, daha çok erken!” diyecek oldum fakat o, önü açılmış bir sel gibi boşaldı:

“Arıyorum oğlum,” dedi.  “Avradın iyisi kocasını vezir, kötüsü rezil eder.” diye atalar sözü vardır. Sorup soruşturuyorum. Damağım kurudu. Kalk hele, şuradan iki çay söyle bakalım da öyle konuşalım.”

Kalktım, çayları söyledim. Döndüğümde kayınpederim, elinde kehribar tespihi şıkır şıkır çekiyor, gözlerinin içi ışıl ışıl yanıyordu. Sanki sırtından ağır bir yük inmişçesine canlı ve diriydi. Daha ben oturmadan başladı anlatmaya:

“Ocağınız batmaya, kime talip olduysam öve öve bitiremiyorlar, ayaklarını yerden kesiyorlar. Birini gösterdiler. Dulmuş… Geldi ki zırıltı bir şey! Tek zilleri noksan. Def çalsan sanırsın ki oynayacak.” Dedim, “Babam bu ‘solduran sop’u mu layık gördünüz bana? Belimi tepeletmeye hiç niyetim yok!

Bu defa da bir başkasını gösterdiler. Epey zamandır dul beklermiş. Aha benim yaşım yetmişe ulaştı. O benden de ihtiyar. Kocamış, yüzleri buruşmuş! Ben ona değil, o bana yük olacak. ‘İt kılından postal bağı olur mu hoca?’ ondan da vazgeçtim.

Bir başka yere gittik. Bu gittiğimiz yerdeki de orta yaşlı bir dul fakat kara-kuru, çirkin mi çirkin, çarpana suratlı bir şey! ‘Olmaz emmioğlu.’ dedim. ‘Yüzüne mendil mi örteceğim? Atın yerine eşek bağlamam ben hoca!’”

(Hayret, kayınpederimin ağzından ilk defa böyle sözler duyuyor, her geçen saniye gözlerim biraz daha irileşiyordu.)

“Bu defa daha başka bir kapıya gittik. Kız oğlu kızmış fakat yaşı elliyi geçmiş. İnsana yiyecekmiş gibi deli deli bakıyor. İnciği kuru bir şey! ‘Kim bilir kaç tahtası eksiktir.’ dedim içimden. Aklıma türlü türlü şeyler geldi. Ondan da vazgeçtim.

Bu gösterdiklerinin ise kocası trafik kazasında ölmüş fakat bana göre çok genç. Baktıkça içim ‘gıt gıt!’ ediyor! Kucağında bir de sabisi var. Vardığımda deyyusun kızı bana, ‘Hoş geldin emmi!’ demez mi? Ta o zaman bozuldum. ‘Yok, emmoğlu!’ dedim, ‘Davul bile dengi dengine.’ Hem bizim, eşeğin karpuz kabuğuna saldırdığı devrimiz çoktan geçti. Artık narın tanelerini avucumuza tek tek şifleyerek yemeliyiz!

Bu defa kısmetimizi daha başka bir yerden denedik.  Gösterdiler. İyi, hoş duruyor. Yaşı da iyi. Beğenir gibi oldum fakat  ‘Yok!’ demiş. ‘Evlenme niyetim yok. Kısmetini başka kapıda arasın. Ben kendimi yaktım, başkasını da yakma niyetim yok!’ Ne demekse bu?

Bizim Hösem’in karısı övdü birini. Düve gibi, dedi. ‘İstiyorsan bu akşam getirip bağlayayım kapına!’. Sanırsın ki pazardan mal getiriyor ahıra. Gidip gördüm. Yere bakıp duruyor. Belli, malına mülk bir şey; lakin ‘Yok.’ demiş. ‘O benim kardeşim sayılır. Benimle kimse geçinemez. Titizim, hastayım.’ Anladım beni beğenmediğini, ‘Yere bakan yürek yakan…’ olduğunu! Bre hoca yoksa beni çok mu geçkin buluyorlar?”

“Ee… Kısmet baba.”

“Görüntüme bakma oğlum, bende daha çok iş var.”

“Yok, baba senin maşallahın var!”

“Bizim enişte Çiçek Yusuf gösterdi birini.  ‘Malı-mülkü var mı?’ demiş. Bre enişte, dedim. Benim gönlüm Döndü ile Döne’de, onlarınki inek ile danada! İşte o hesap, anlayacağın hiçbiri olmadı.”

Ceketinin iç cebinden açılmamış bir Marlboro paketi çıkardı. “Taziyeye gelen giden çok oluyor daha. Hatırı sayılır bir adamım ben. Bu paketi misafirler için almıştım.” dedi. Açtı. Sigara dudaklarında, yakmadan konuştu:

“Dün bir haber daha geldi. Bizim emmi kızı söyledi. Mustafabeylinin Sayhüyük köyünde varmış biri. Epey övdü. Sekiz senelik dul bir yörükmüş. Yörük kızları iyi olur, işçimen olur hoca! Kısmet tabii fakat gidip bakacağım ona.”

“…”

Kayınpederim iki eliyle dizlerine vurup kalktı.

“Vakit epey oldu hoca. Yolcunun atı tavlanmaz. Bana müsaade. Dedim ya evi boş bırakmak da olmuyor. Kırk gün oldu, hâlâ taziyeye gelip gidenler var. Bu kadar çok sevildiğimi bilmezdim! Ee… Ahmet Ağa deyince duracaksın tabii!”

Dilimi salladım yine söyleyemedim: “Baba, evlenmek için henüz çok erken!” diyemedim. Merdivenlerden inerken dahi hep kendi konuştu, dönüp dönüp tembih etti:

“Dediklerimi unutma! Bugün bizimkiyle konuş. Kardeşlerinin önü sıra çatlak ses etmesin, çenesizlik yapmasın.”

Kayınpederimin dudaklarında dumanı savrulan bir sigara, haydi gitti. Pes doğrusu! Derlerdi de inanmazdım: Kayınpederimin bu kadar hızlı olduğunu gerçekten bilmiyordum!

* * *

Eşimle haftasına köye gittik. Kiraladığım özel oto, bahçe duvarının yeşil boyalı giriş kapısının önünde durmadan en küçük oğlum çığlık çığlığa bağırdı:

“Anne anne, şapkalı dedemin saçlarına bak! Simsiyah etmiş!”

Gözlerimizde anlamlı bir ifade, önce biz, sonra şoför gülümsedi. Gerçekten de kayınpederim, üst tarafı seyrekleşen pamuk rengi kıvırcık saçlarını boyatmış, sağ elinin parmağına ise yıldız yıldız yanan altından bir nişan yüzüğü takmıştı. Meğer işi çoktan bitirmiş de haberimiz yok! Sekiz köşeli kirli kasketini atmış fakat siyaha dönen saçlarının aksine (Her zaman erkekliğin simgesi saydığı) kırçıl-gür bıyıklarına hiç dokunmamıştı. Anlaşılan biz görmeyeli iş epeyce ilerlemişti. Elini öptük. Gelinler, kayın biraderlerim geldiler.

Şoför, “Allahaısmarladık” anlamında korna çalıp gitti.

Daha on gün önce okula geldiğinde, oyuncağı kırılmış bir bebek gibi hüzünlü-ağlamaklı olan kayınpederim, şimdi yeni bir oyuncağa kavuşmuş çocuk kadar canlı, diri ve neşeliydi. Torunları kucağında, gözlerinin içi gülüyor, onlara akıl almaz iltifatlarda bulunuyor, ağzı kulaklarına varıyordu. Sanırdınız ki ne kırk gün önce böyle bir evden cenaze çıkmış, ne de bunca yıllık karısı ölen adam kendisiydi. Belki de bu bir tür hayata yeniden bağlanmaktı veya insan ruhundaki büyük acıların kendi zıtlarıyla tamiri…

Çocuk bu, durur mu? İkisi iki yandan ısrarla aynı şeyi soruyorlardı:

“Dede saçların neden siyah oldu?”

Dedeleri belli belirsiz bozuluyor, sağ elinin şahadet parmağını dudaklarına götürüp “Hişt!” diyor, konuyu değiştirmeye çalışıyordu ama nafile. En iyisi çocukları alıp bahçeye doğru uzaklaşmaktı. O da öyle yaptı.

Nihayet sorunun cevabını, daha beride, bizimle oturan büyük gelin Fatoş verdi. Aslında bize, fakat ortalığa konuştu:

“Neden olacak oğlum?  Dedeniz ikinci baharı yaşıyor! (Yüzünde yılgın bir ifade) Yeni cici anne gelecek ya, ev badanalandı, boyandı.”

“Ona bakarsan perdeler bile değişti,” dedi küçük gelin Nevin.

Eşimin gözlerinde sanki kırk bilinmeyenli bir denklem, onları dinliyordu:

“… Bildikleri mi varmış ki, kendi aramış, kendi bulmuş. Çocuklarıyla zaten bu konuları hiç konuşmazmış. Şu Zarife var ya, yeğeni Zarife! Aslında bu işi yapan, eden, çatan hep oymuş.

Duyduklarına göre gencecik dul bir Yörük geliniymiş. Babaları görür görmez çıra gibi yanmış! ‘Ya alırım, ya ölürüm.’ dermiş. Hiçbir işe güce bakmaz, her gün mesaiye gider gibi giyinir kuşanır, gelinin akrabalarıyla konuşmaya gidermiş. Yörük gelinine abayı fena yakmış. Köz gibi âşıkmış valla! Eğer bu iş olmasaymış deli olur dağlara düşermiş. Adam iyice çocuklaşmış. Akşama kadar ondan başka bir şey düşünmez, her lafı dönderir, dolaştırır ona getirirmiş. Altmış yaşındaki adamın aşkı da bir başka oluyormuş! Çok şükür bu iş olmuş da kurtulmuşlar, rahatlamışlar.

Gönlüne koymamış, yörük kızının yanına iki defa büyük gelini Fatoş’u götürmüş. Öbürüne de ‘Gidek!’ dermiş ama inat edip gitmezmiş o. Güya yanında bir kadın olmadan varmak abes kaçıyormuş da bilmem neymiş. Gitmediği gün mutlaka telefonla konuşurmuş. Ta dışarıdan duyulurmuş sesi. ‘Yürü yürü, aslan yavrusuna düştün!’ dermiş. Altmış yaşındaki adamdan da aslan yavrusu mu olurmuş kele?

Bir gece babalarının yattığı alt kattaki odadan inlemeye benzer sesler gelmeye başlamış. Önce zavallı adam herhalde yalnız kalınca ağlayıp sızlıyor sanmışlar. Üzülmüşler. Fakat aynı garip sesler birkaç gece daha devam edince dayanamayıp aşağı inmişler. Pencereye yaklaşıp da perdenin aralığından bakınca bir de ne görsünler, babalarının eli kulağında: ‘Severim güzeli, bir de kıratı.’ türküsünü söylemiyor mu?”

Bugünlerde ise diline bir başka türkü musallat olmuş:

“Yâr bahçemizin gülleri,

Şak şak eder bülbülleri,

 

Yaktı beni kül eyledi,

Türkmen kızının dilleri,

Gel yanıma Türkmen kızı,

Sen allar giy, ben kırmızı,

Çıkalım yayla düzüne,

Sen gül topla, ben nergisi. 

Sana yandım Türkmen kızı!”

 

“Kadın da kadın olsaymış bari! Turunç suratlı, ördek yürüyüşlü biriymiş. Asıl adı Zeliha’ymış fakat mahallelerinde ona Zeliş derlermiş, ‘Kunduz Zeliş…’  Ne demekseymiş?  Ama babaları ona öyle mi dermiş ki: Bazen ‘Türkmen kızı’, bazen ‘Bizim Yörük.’ diyerek ballandıra ballandıra anlatırmış. ‘Say ki göçten sonra yaylada unutulan pembe bir navrızmış o!’

Her ne hikmetse bugünlerde sucuğa, lokuma dadanmış babaları. Kilo kilo alır, gizli gizli yer bitirirmiş. Bir de sabahları erkenden kalkıp yeni aldığı eşofmanla bahçenin etrafını fır dönmesi, göğsünü şişire şişire ‘Puf puf…’ diyerek tin tin koşması yok muymuş hani? Ya o ağaçların kalın dallarına tutunup kendini yukarı çekip çekip bırakması? Vallahi adama bir haller olmuş, hepten değişmiş!”

Baktım kayınpederim bize doğru geliyor.

“Haydi! Hazırlanın,” dedi. “Bizim ‘Yörük kızını ziyaret edip de gelelim. Giderken yeğenim Zarife’yi de alırız. Oğlum, kırmızı horozu tut! Portakal kes, nar topla!”

Daha biz “Olur” ya da “Olmaz” demeden önce kendinde telaş başladı. Tıraş takımını getirtti. Yarısı kırık aynayı tahta sandalyeye dayadı. Havluyu omzuna attı. Sandalyenin ayaklarının dibine minder serip üzerine diz çöktü. Tıraşı bitirdikten sonra beni çağırdı. Yüzünü birkaç yerinden kırmızı kırmızı kestirmişti.

“Bu iş A, B, C demeye benzemez hoca! Jilet bıçağı ile ensemdeki şu boz kılları da al bakim,” dedi. Alırken de sormayı ihmal etmedi: “Ensemde çok kırışık var mı?”

Gönlü kalmasın diye, “Yok, baba…” dedim. “Hiç kırışık yok! Maşallah, ekmek tahtası gibi.”

Hâlbuki ensesi paralel çizgilerin kesiştiği sık dokulu pide ekmek yüzüne dönmüştü. Yılıştı. Gevrek gevrek güldü:

“Erkeği gösteren ense ile ütüdür! Avradı gösteren de… neyse” dedi. Sonunu getirmedi.

Yüzünü yıkadı. Kurulandı. Kolonya döktü. Gür kırçıl kaşlarını çengel çengel yukarıya kıvırdı, büktü. Yeleğinin koyun cebinden küçük bir esans şişesi çıkardı. Önce elinin tersine, sonra bıyıklarına, boğazının altına, döşüne sürdü. Bana uzattı “İğde.” dedi. “Darendeli kokucu bir asker arkadaşım verdi.” Sağ dizini dirseğinin altında topladı. Az ötede büyük erik ağacının gölgesinde kümelenen bizimkilere bakıp gözlerimin içine eğilerek konuştu:

“Sen bunlara bakma hoca! Yüzde yüz beni çekiştiriyorlar. Hepsi karşı bana. Daha böylesi bulunmaz! (Bileğimden sıkıca tuttu. Sesini biraz daha kıstı.) Vallahi görür görmez cin çarpmışa döndüm! ‘Hah!’ dedim içimden, ‘Tam ocağına düştüm kurban! İşte aradığım yavru bu!’  Avradın iyisini bakar bakmaz aha şu inciğinden anlar, topuğundan bilirim ben! Nar yanaklı, dul bir yörük! Çocuk mocuk yok. Olmuyormuş da. Benim de aradığım o zaten. Sanki olanlardan çok hayır mı gördüm? Görmelisin perçemi kaşının üzerinde ferik gibi bir şey! Geriden gelirken sanırsın ki hoplayıp omzuna çıkacak! İşve mi işve, naz mı naz, hepsi onda!  Bir de tatlı dil var ki! Immh! Çakır gözlerinin içi gülüyor.

Getirdim mi, alır doğru yaylaya çıkarım. Sen bilmezsin hoca, gençliğimde ibiği kan-kırmızı çil horoz gibiydim! Babama çekmişim ben. Rahmetli pederin üç tane karısı vardı. İhtiyarlığında bile eve gelen misafirlere ‘Kaç evlisin?’ diye sorardı. Eğer adam, ‘İki evliyim.’ derse, gözlerinin içi ışıldar ‘Çıkart da dilini yalayım, ağa (öpeyim)!’ derdi. Bundan sonra benim işim Yörük kızının dizinde fındık kırmak! Bahçe var, kamyon var, tarla var, çalıştırsın hınzırlar! Ama onlar şimdiden mirası düşünüyorlar, ölsem sevinirler. Daha ölmem ben! Onların inadına yüz yirmi yıl yaşarım! Mirasın hepsini de inadına bu Yörük dilberine bırakırım.”

“Ölüm yaşa bakmaz baba!”

“Bizim sülalemiz çok yaşar hoca! Ha ne diyordum? Eee… Bu işte tek Zarife yardımcı oldu bana. Bacımın kızı Zarife. İyiliğinin altında kalmam tabii. Geçen gün iki sini baklava attım arabanın bağacına, aldım enişte ile Zarife’yi de yanıma, şirinceliği yedik, yüzükleri taktık. Tabii bu arada bizimkinin babasına para da kıstırdım. Baktım dan dun ediyor. Ses bitti, rahatladım. Dönüşte dedim Zarife’ye: ‘Dile benden ne dilersen?’ ‘İlle de merdanelisinden çamaşır makinesi!’ demez mi? Taş armut gibi oturdu boğazıma amma baltam henüz kütükte olduğu için ses çıkarmadım. Haftasına Yörük kızını getireceğim inşallah! Benim için ‘Zengin!’ demiş Zarife. ‘Kapısında kamyonu, Hemite’de dönüm dönüm tarlaları var.’ Öyle memnun oldum ki, öğretsem demezdi! Bilmezsin sen, Yörükler mala tamah olur. Bu iş için az para dökmedim hoca!

Görsen Türkmen kızının, koyun sütünden bir kaşar peyniri yapışı var, ellerini yersin! Hele baltayı eline alıp erkekler gibi odun yarışı yok mu? Dedim içimden, ‘Ulan oğlum Ahmet Ağa, sen kapıya avrat değil, işbora motoru gibi bir şey alıyorsun!’”

Kalktık.

Kontak anahtarını kimseye güvenmediği 1964 model “Gorbi” dediği ihtiyar Mercedes’i çalıştırmaya giderken yeniden kolumdan tuttu. Artık kayınpederimin kolumdan tutmalarına alışmıştım. Ya önemli bir tembihte bulunacak ya da kendince malum bir sır verecekti. Önce, hilekâr-kurnaz gözlerle bizimkilere baktı; sonra ağır bir esans kokusuyla kulağıma yaklaştı:

“Aman hoca aklında bulunsun!” dedi. “Dönüşte bizim yeni hısımların avlusundan Mercedes’i sen çalıştırıp çıkar. Benim gözlerim tavukkarası, karanlıkta iyi görmez. Sonra Yörük kızının yanında mars olmayak (!) Bir de, dönüşte senin tanıdığın mağazadan bana iyi bir şofben alak!”

Necdet Ekici

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler