SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
KARA VAGON
İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar akın akın yollara dökülürlerdi. Kalabalığı gözlerimizle tarar babamızı önce hangimiz göreceğiz, diye iddiaya girerdik. Babam, bizi gördüğünde çökmüş omuzları dikleşir, yorgunluktan küçülmüş bedeni devleşirdi.
Lojmanın bahçesinden girince, ilk yaptığı çiçeklerin topraklarına bakmak olurdu. Yapraklarını okşar, onlarla konuşurdu. Kardeşlerimle etrafını sarar onu dinlerdik. Bahçıvan Hüseyin amcayla biraz laflar, sonra hep beraber eve girerdik. Annemin güler yüzüyle hazırlamış olduğu sofraya otururduk. Yemekten sonra bizi uzun yürüyüşlere çıkarırdı. Trenle deniz kenarına, çay bahçesine götürürdü. Babam, fotoğraf çekmeyi severdi. Güzel bulduğu manzaraların önünde bizim resmimizi çekerdi.
Evimiz çiçek bahçesi gibiydi. Annem ve babam çiçeklere gözü gibi bakarlardı. Begonya, küpe ve yılbaşı çiçeklerine ayrı özenirlerdi. Balkona sıraladıkları renk cümbüşü sardunyalarla konuşurlardı. Babamın elleri sihirliydi sanki. Hangi toprağı ellese çiçek fışkırırdı. Babam,” Çiçeklerle konuşun onların da ruhu vardır.” derdi.
Oturduğumuz ev fabrikaya ait bir lojmandı. Dört bir tarafı bahçe olan, kiraz ağacı, üzüm bağları ve çam ağaçlarıyla donatılmış yeşilliğin bol olduğu bir yerdi. Gün boyu her tarafı keşfe çıkardık. Arka bahçenin kıyısında bir de dere vardı. Kirazlar olgunlaşmadan toplar, derenin kenarına oturup buruk tadıyla “en çok kim yiyebilir” diye yarış ederdik. Bahçıvanımız Hüseyin amca bizi görünce kızarak kovalardı. “Yeşilken toplamayın” diye arkamızdan bağırırdı. Üzümleri elletmezdi. Çam ağacına tırmanmayı beceremezdik, sopayla vurarak indirdiğimiz kozalakların içini açıp fıstıklarını yemeye bayılırdık. Lojmanın etrafını dört dönerdik. Kaplumbağaları ilk orada tanımıştım. Düştüğüm zaman burun buruna geldiğim kaplumbağayı alıp eve götürmüştüm. Annem “evde yaşayamaz” deyince bahçeye indirmiştim. Bir de kirpiler vardı, onların dikenlerinden korkup seyretmekle yetinirdik.
Lojmanın hemen önünde kullanılmayan raylar vardı. Üstüne tek bir kara vagon bırakılmıştı. Yalnızlığa terkedilmiş vagonla ilgilenen kimse yoktu. Yorgun gözüküyordu. Bir gün babama “Bu vagon ne için kullanılmış?” diye sordum. O da bana yeni vagonlar yapılmadan önce bunun uzun yollarda kullanıldığını söyledi. Demek uzun yollar, yerler görmüş sonra bir kenara bırakılmıştı. Kim bilir ne kadar üzgündü. Hizmet ettiği onca yıldan sonra kenara atılmak eşya bile olsa acıtıcıydı. Bunları öğrendikten sonra kara vagonu sahiplendim. Kardeşlerimle birlikte içini temizledik. Fabrika hatası olan ürünlerin atıldığı arsaya gidip oradan fincanlar, tabaklar toplayıp vagonumuza getirirdik. Evden kilim getirip yere serdik. Artık kara vagon bizim küçük evimizdi. İçi şenlenmiş, yüzü gülmüştü. Sanki için için seviniyordu. Her ne kadar kardeşlerimin de sevmeleri hoşuma gitse de o benim kara vagonumdu. İçine girdiğimde bana gülümsediğini biliyordum. Kavgalarımız da benden taraf olduğunu, azar yediğim de benimle ağladığını hissediyordum. Aramızda bir bağ vardı, bunu sadece ikimiz biliyorduk.
Treni temizlerken orada eskimiş, yer yer yüzeyi yırtılmış, tozlu koltukların arasında pörsümüş, nemlenmiş ve dağılmaya yüz tutmuş bir kâğıt parçası buldum. Yazılar zor okunuyordu. Heyecanlanmıştım doğrusu. Eve götürdüm ve babamın büyütecini alıp yakından harflere baktım. Bu sürgüne gönderilmiş bir Ahıska Türk’ünün mektubuydu. Anlatıcı, mektupta bir gece içinde vagonlara bindirildiklerini ve yurtlarından sürgün edildiklerini anlatıyordu. Bir kısmını büyüteç sayesinde çözebilmiştim.
“Gece yarısı gelip bizi evimizden aldılar. Sonra tren vagonlarına bindirdiler. İçi çok soğuktu ve pis kokuyordu. Vagon, yüzlerce insanın ağlama sesiyle inliyordu. Açlıktan ölmemek için bir kâse çorba veriyorlardı. Karımı, çocuklarımı soğuktan donarak yitirdim. Onları alıp trenden fırlattılar. Yaşamak için bir nedenim yoktu. Vatanıma geri dönebilecek miydim? Çok korkuyordum. Nereye gittiğimizi bilmenin önemi yoktu. Canımdan parçalarımı kaybetmiştim. (…) Kapılar açılmıyor, hava alamıyorduk, pislikten kaşlarımızdan bile bit düşüyordu. Soğuktan titriyordum. Yakında ben de ölecektim bunu biliyordum. (…) Gri bulutlar arasında geziniyordum.”
Okuyabildiklerimin hepsi bu kadardı. Bu vagon kim bilir ne acılar taşımıştı sırtında? Kimler ardında neleri bırakarak nerelere gitmişti? Ne kadar ölüm görmüştü. Belli ki yüzlerce insanın acısıyla yorgun ve bitkin düşmüştü. Ama şimdi burada benimle güvendeydi.
Bildiğim tek vasıta trendi. Ne otobüsün ne de minibüsün adını duymuştum. Trenden inen insanların, köprüden inip dağılışını seyretmeyi çok severdim. Sabah ve akşam kalabalık olurdu. Köprüye çıkıp arkadaşlarımla kara gövdeli vagonların kıvrılışını seyrederdik. Her yere trenle giderdik. Doktora, pazara, denize… Annem pencereden kafamızı çıkarmamıza izin vermezdi. Yeşil deri koltuklara oturur “tıkır tıkır” seslerin eşliğinde dışarı seyrederdim.
Trenin vagonunu görmek için pencereye yapışmam, dağların eteklerinden geçerken tünellere girişimiz, karanlıktan aydınlığa çıkmamız beni heyecanlandırırdı. Yol hiç bitmesin hiç inmeyelim isterdim.
Yaz tatillerinde babam ağabeyimle beni Kur’an öğrenmeye gönderiyordu. Trene binip bir durak sonra iniyorduk. Kendimi büyümüş gibi hissediyordum. Ağabeyim beni kursun kapısına bırakıp “Çıkışta seni almaya gelirim.” diyordu. Çoğu zaman geç kaldığında “Anneme söylemek yok.” diye beni tembihlerdi. Söylemezdim.
Ağabeyim, bir gün yine çıkışta gelmemişti. Kendi başıma eve dönmeye karar verip istasyona gitmiştim. Trene bindiğimde bilet almadığımı hatırladım. Ağabeyim aldığı için unutmuştum. Kondüktör yanıma geldi, gözlerime baktı. “Biletin var mı?” dedi. Dilim tutulmuşçasına “Yok.” anlamında başımı salladım. “Olmadı şimdi.” dedi.
“Bir durak sonra inecektim.” dedim.
“Şimdi seni omuzlarından tutup atayım mı?” deyince ağlamaya başladım.
Yolculardan bir adam “Ayıp ama o daha çocuk.” dedi. Kondüktör ona göz kırptı.
“İzin verelim bedava binmeye alışsınlar tabii. Yok, öyle bedava binmek.” dedi gülümseyerek.
Gülmesine anlam verememiştim. Hem gülüyor hem kızıyordu. Ama ben korkmuştum.
“Ağabeyim alırdı bileti ama gelmedi.” dedim ağlayarak.
Bir kadın beni kolumdan çekerek “Gel yavrum yanıma.” dedi. Yanına oturdum, Kondüktör gülümsemeye devam ederek,
“Neyse bu seferlik böyle olsun.” dedi. Yanımdan çekip gitti.
Karar vermiştim, ağabeyimi bu sefer anneme söyleyecektim.
Eve yalnız geldiğimi gören annem “ağabeyin nerede?” dedi. “Bilmiyorum, beni almaya gelmedi.” dedim. Annem öfkelendi:
“Sen trene yalnız mı bindin?” diye çıkıştı bana.
“Bekledim, gelmeyince binip geldim.” dedim ben de.
“Nasıl tek başına binersin, beklemeliydin.” diye sürdürdü çıkışını annem, sesini yükselterek.
“Ben büyüdüm anne, artık sekiz yaşındayım; hem bir durak ne var bunda?” dedim ama trende yaşadıklarımı anlatmadım.
Annem öğrenirse bir daha hayatta izin vermezdi. Büyüdüğümü kanıtlamak istiyordum.
Ağabeyim eve geldiğinde ikimiz de azarı yedik ve üç gün evden çıkmama cezası aldık. Kursa gidemediğim için canım sıkkındı. Pencereden istasyonu seyrediyordum. Kara vagona bile hasret kalmıştım. Bensiz ne yapıyordu? Onu özlemiştim. Bana darılmasından korkuyordum. Yine terk edildiğini düşünmesini istemiyordum. Rüyalarımda kara vagonumla yolcuklar yapıyordum. Uzun yollara çıkıyorduk. Şehirler geziyorduk. Tünellere giriyorduk. Hiç korkmuyordum. Onunla her yere gidebiliyordum. Gökyüzüne çıkıp bulutlar arasından geçiyorduk. Yıldızları vagonuma dolduruyordum. Çok eğleniyorduk.
Olanlar ağabeyimin hiç umurunda değildi. Evde olduğumuz süre içinde salonda bulunan sandalyeleri sıraya dizmiş ve kardeşimle bizi zorla oturtmuştu. Kendisi makinist, biz de yolcu olmuştuk. Bize önce bilet satıyor, sonra öne geçip tren sesi çıkarmaya çalıyordu. Kardeşim bu oyundan çok mutluydu. Bense “gerçek gibi olmuyor, yapamıyorsun,” diye onu kızdırıyordum. O da bana kızıyordu, “Sen yolcusun sesini çıkarma, dediğimi yap.” diyordu.
Cezamız bittiğinde babam bizi yakın bir yere Kur’an’a göndereceğini söyledi. Hemen atıldım.
“Ama baba!” dedim, “ben gittiğim kursu seviyordum hem arkadaşlarım var orada.”
“Yeni gideceğin yere de alışırsın.” dedi babam.
İtirazım devam ediyordu.
“Ama trenle ne güzel gidiyorduk, ne olursun oraya devam edelim.”
Ağabeyime döndüm: “Ağabey bir şey söylesene.” dedim.
Babam, “Sana göz kulak olmadığı için ağabeyinin söz hakkı yok!” dedi.
“Bari arkadaşlarıma veda etseydim. Saliha beni bekliyordur.” dedim.
“Bir ara götürürüm.” dedi babam.
İçim biraz rahatlamıştı.
Beni Saliha’nın yanına götüren olmadı. Bir çare bulup gitmeliydim. Annemin aldığı kırmızı taşlı yüzüğüm ondaydı. Onunla anlaşma yapmıştık: O bana bileziğini vermişti, ben de ona yüzüğümü. Üç gün geçmiş gitmemiştik, dahası hiç gidemeyecektik. Bir plan yapıp yanına gitmeli ve bileziğini vermeliydim. Trene yalnız binmeyi becerebilmiştim, yine yapabilirdim.
Yeni kursa başladığımız ilk gün ağabeyimle caminin kapısında ayrılmıştık. Derse girmedim koşarak istasyona gidip bilet aldım ve trene bindim. Korkuyordum, kalbim “küt küt” atıyordu. Bu sefer başka bir kondüktör geldi. Biletimi sormadı, uzattığımda ilgilenmedi; hatta başımı okşadı. Şaşırmıştım, biri beni trenden atmak isterken diğeri başımı okşamıştı.
Durağa gelince koşarak yokuşu çıktım. Elimde sıkıca tuttuğum bilezik vardı. Saliha’yı bulup verecek hemen geri dönecektim. Kursa geldiğimde hızlıca gözümle arkadaşlarımı taradım. Saliha’yı göremiyordum. Sordum soruşturdum o da gelmemişti. Hocanın yanına gittim. Olanları anlattım bileziği Saliha’ya vermesini istedim. Dinledikten sonra gülümsedi.
“Soyadı neydi arkadaşının?” dedi.
“Doğan. “ dedim.
“Tamam, şimdi çabuk evine gidiyorsun.” dedi.
Başımı salladım.
İçimi huzur kaplamıştı.
Yüzüğüm onda kalmıştı, önemli değildi. Sözümü tutmanın mutluluğunu yaşıyordum. Eve gittiğimde yiyeceğim azarı, alacağım cezayı umursamıyordum. Sorunsuz bir yolculuktan sonra eve geldiğimde annem eli belinde beni bekliyordu. Yüzüm kızarmıştı. Yaptıklarımı saklamadan anlattım.
“Senin trene yalnız binmen alışkanlık olmaya başladı.” dedi annem.
Biraz eziktim.
“Bir daha yapmayacağım ama bileziği de vermem gerekiyordu. Siz beni götürmediniz.” dedim.
Annem sustu ve konu orada kapandı.
Tren sevdam sona ermişti. Üstelik başka bir yere taşınacağımızı öğrendiğimde çok üzülmüştüm.
O gün çabuk geldi. En çok da kara vagonumdan ayrılmak canımı yakıyordu. Onunla vedalaşmaya gittiğimde nasıl söyleyeceğimi bilemedim. Ağlayarak:
“Artık buradan taşınıyoruz. Seni hiç unutmayacağım, rüyalarıma gelirsin değil mi? Yine beraber şehirleri gezeriz.”
Beni duyduğunu biliyordum. İçin için o da ağlıyordu. Paslanmış duvarlarından akan damlalardan anlıyordum. Onları sildim. “Ağlama ne olursun,” dedim. İçim kan ağlayarak vedalaştık.
Kiraz ağacına, üzüm bağlarına, lojmana, arkadaşlarımıza veda ederek taşındık. Yeni gittiğimiz semtte tren olmadığını çok sonra öğrendim. Minibüsü, otobüsü ilk orada tanıdım. Mazot kokan taşıtları hiç sevmedim. İstasyonları, rayların kıvrımlarını, yükselen alçalan evleri seyrettiğim pencereleri özledim. En çok da kara vagonumu…
Yıllar sonra sosyal ağlarda karşılaştığım silik ve soluk siyah beyaz resim ve o resmi tamamlayan bir ileti beni zamanın terkisine atıp çok uzaklara götürdü. Resimde, annesiyle bir çocuk tren istasyonunda el eleydi. Diyordu ki Saliha yüreğimi coşturan iletide: “Sekiz yaşının cesurluğuyla bileziğimi bana ulaştıran dostum, bil ki yüzüğün hâlâ bende saklı duruyor.”
Gül Tanrıverdi