GÖRÜLMEYEN Trene bindiğimden beri düşünüyorum. Beni düşündüren beynimdekilerin ağırlığı mı, yoksa yolun büyüsü mü? Çocukluğumdan beri ne zaman yola çıksam, beynim sanki ağzımdan fışkırmak...
KIRIK GÖZLÜK
Genç adam masa başında çalışıyordu. Ara ara esniyor, gözlüğünün altından gözlerini ovuşturuyordu. Yorulmuş, uykusu da gelmişti belli ki. Üşümeye de başladığını fark etti. O sırada omuzlarına el örgüsü bir hırka kondu. İçi sevgiyle doldu. Tanıdığı lavanta kokusunun ferahlığını derin derin içine çekti. Hırkayı omzuna koyan kadın, eğilip kaşının kenarına küçük bir öpücük bıraktı. “Çay ister misin?” Adam omzuna konan küçük eli tutup avucunun içini öptü. “Hayır canım, teşekkürler. Çok uykum geldi. Zaten okuduğumu da anlayamaz oldum.”
Kadın, “Sen bilirsin… Biraz konuşalım mı uyumadan önce?” dedi.
Adam notlarını olduğu gibi bıraktı. Yerinden kalkarken, hırkayı sandalyeye giydirdi. “Çok uykum var. Yarın konuşalım, olur mu?”
Ayaklarını sürürcesine odasına doğru giderken kadın da başka bir odanın kapısına yöneldi. Döndü, sevdiği adama baktı. Çalışmaya başladığında zamanı fark etmiyor, bacaklarının uyuştuğunu bile anlamıyordu.
“Koluna girmemi ister misin?”
“Hallediyorum canım, sağ ol.”
“Bu gece… Bu gece beraber uyuyalım mı?”
“Çok isterim… ama güzel bir uykuya ihtiyacım var. Bu gece değil de başka bir gece uyuyalım, tamam mı bebeğim?”
“Tamam… İyi geceler…”
“İyi geceler canım.”
“Ha bu arada… Gözlüğünü gözünden çıkarmayı unutma.”
“Aman iyi ki birkaç defa unuttuk.”
“Yine de unutma… Kırılırsa diğerlerinin nerede olduğunu biliyorsun değil mi?
“Biliyorum. Biri masanın çekmecesinde, biri kitaplıkta, biri de…”
“Buzdolabının üstünde… Orada bırakmışsın… Kaldırmadım.”
“Olabilir. Çay içerken buğulanmıştı, çıkarmıştım.”
“Hadi yat artık. İyi uykular.”
“Sana da canım.”
****
Sabah güneş, perdelerin arasından odaya ıslıklar çalıp kahkahalar atarak girdi. İki kumru pencerenin önüne gelmiş “tık tık” cama vuruyordu. Adam uyandığında saate baktı. “Oo… İyi uyumuşum.” dedi. Kalktı, hemen camın önüne geldi. Kumrular çok keyifliydi. Islak ekmeklerini afiyetle tırtıklıyorlardı. “Anneniz sizden önce uyanmış. Çok şanslısınız.” dedi. Hemen banyoya geçti.
Salona geldiğinde üstünde eşofmanı, ayağında polar çorapları vardı. Masası gece bıraktığı gibi duruyordu. Bu saatte mutfaktan, otomatik çaydanlığın fokurdayan sesiyle kızarmış ekmek kokusu gelirdi. Sadece çaydanlığı duyuyordu. Başını uzatıp mutfağa baktı.
“Canım! Neredesin?”
Çağrısına cevap alamadı. Diğer odanın kapalı kapısına baktı. “Çaydanlık kaynıyor. Kalkmıştır, nasıl olsa gelir.” diye düşündü. Gidip bir bardak çay doldurdu. Ekmekler istediği gibi dilimlenmişti. Buzdolabını açtı. Peynir, domates, maydanoz bir tabakta hazır bekliyordu. Buzdolabının üstüne baktı. Gözlüğünü gördü. Eline aldı. Gözlüğün bir sapı kırıktı. “Ne zaman kırıldı ki bu?” dedi kendi kendine.
Etrafına bakındı. Kırık sapı arıyordu. Nereye düşmüş olabilirdi? Midesinin gurultusunu duyunca aramaktan vazgeçti. Ekmek dilimleriyle peynir tabağını aldı, sandviç hazırlamaya başladı. Ekmeğin üstüne peynirleri yatırdı. Sonra ince dilimlenmiş domatesleri… Biraz tuz serpti, maydanozları dizdi. Dizerken saplarını dişiyle koparıp ağzına attı. İkinci ekmek dilimini de üstlerini kapamak için almıştı ki… O da ne? Ekmeğin altında bir kâğıt vardı. Bir not mu? Mektup?
“Sevdiğim…
Ey sevgili sevdiğim. Gönül verdiğim…Gidiyorum… İnan gitmek çok zor. Ailemden, arkadaşlarımdan, hastalarımdan, vatanımdan değil de senden gitmek en zoru…Artık duyamayacağımı bilmek, ‘Günaydın canım, eline sağlık canım, teşekkür ederim canım, iyi geceler canım’ları… İyi dileklerin güzeldi de senin ‘canın’ olma ihtimalim daha da güzeldi.‘Yurt dışı doktora sınavına başvuru yaptım.” dedim. Sen tezin için çalışıyordun. ‘Hı hı… Başarılar canım.’ dedin. Ben sınava girerken sen tez danışmanınla son görüşmelerinin heyecanındaydın. Sınav sonuçları açıklandı. Kazanmıştım. Sen tez savunmana hazırlanıyordun. Pasaport, vize başvurusu, nüfus bilgileri, savcılık belgesi gibi bürokrasiyle uğraşmak için memlekete gittim. Sen savunmaya girdin. Akşam döndüm. ‘Yurt dışına çıkmam için her şey hazır, engelim olmadığını gösteren belgemi de aldım. Şimdi uçak biletimi bekliyorum.’ dediğimde ‘Hı hı… Tez savunmam kabul edildi, yeni projede bana da yer verdiler. Daha çok çalışmam lazım olacak.’ dedin. Beş gün önce biletim de geldi. Ben beş gündür seninle konuşmak için uygun olacağın zamanı bekliyordum.
Dün gece birlikte uyumamıza izin verseydin belki yine de seni bırakıp gidemeyecektim. Oysa senin zinde bir beyin ve sağlıklı bir vücut için iyi bir uykuya ihtiyacın vardı. Yatağını daraltacak bir vücut, görmek isteyeceğin en son şey olurdu. Valizimi hazırlarken düşündüm; yanıma senden somut bir hatıra, bir eşya alsam… Gönlümün hasretini, içimin ateşini uyutacak bir şey… Önce gömleklerinden birini mi alsam, dedim. Biliyorum, kokunu duydukça seni daha çok özleyeceğim. Vazgeçtim. Sonra gözlüğünü hatırladım. Uyurken çıkarmayı unuttuğun, gözünü kaşımak için sık sık eline aldığın, buğulandı diye herhangi bir yere bıraktığın… Sonra yine unuttuğun… Gözlüğün olmayınca ne kadar çekilmez oluyorsun, biliyor musun? O yüzden birkaç tane aldırmıştım. Belki hatırlarsın… Bir gün bir hasta sahibinin saldırısına uğramıştım. Diğer doktor arkadaşlarla hastane güvenliği beni zor kurtarmıştı. Ben yaşadıklarımın şokunu üstümden atmaya çalışırken sen hastaneye beni ziyarete değil göz doktoruna gelmiştin, yeni bir gözlük almak için.
Senden hatıra olarak yanıma alacağım en doğru şey, gözlüğün olurdu. Ben de buzdolabının üstündekini kırdım. Kırdığım sapı aldım, sana sağlam camlarıyla diğer sapını bıraktım. Zor durumda kalırsan yine de kullanabil diye…Seni her özlediğimde o kırık sapı elime alacağım. ‘Benim gittiğime değil gözlüğünün kırıldığına üzülmüştür.’ diyeceğim ve seni özlemeyeceğim.Yıllar sonra bir gün, senin başarılarını bir televizyon programında veya bir gazetede göreceğime inanıyorum. Hoşça kal sevdiğim… Kendine iyi bak diyeceğim ama bakamazsın. Sana iyi bakacak birini çarçabuk bulmanı dilerim.”
Genç adam olduğu yere yığıldı. Bir müddet kıpırdamadan kaldı. Biraz sonra o alıştığı lavanta kokusu gelecek, ellerinden tutup kaldıracak diye bekledi. Gelseydi o elleri bir daha bırakmayacaktı.
Çaydanlığın fokurdama sesiyle kendine geldi. Olduğu yerden kalkarken gözlüğünü kırık yerinden öptü. Yeniden çay doldurmak istedi. Bu defa sevdiği kadının çiçekli fincanıyla içmek istiyordu. Dolabı açtı… Ama maalesef ne çiçekli fincan ne kelebekli kupa… Hiçbiri yoktu. “Bana seni hatırlatacak bir şey bırakmadın mı?” derken içinde binlerce bardak, aynı anda kırıldı.
“Canım biliyorum sen çok zeki ve çalışkansın. Yurt dışı doktora sınavını ilk senede kaç kişi kazanır ki? Ben çalışırken kendimi kampa alır, etrafımla ilgilenmezken sen istersen her yeri dershane yaparsın. Birkaç defa yatağında görmüştüm, kucağına yastığını almış, masa yapmış, notlarını yazıyordun. Bir ağaç altı bulsan, açardın kitaplarını okurdun. Bazen otobüste, bazen otobüs durağında… Yemek veya kahve kuyruğunda bile çalışırdın. Ahh! Sen… can… canımın içi… Bensiz çok daha başarılı olacağına inanıyorum. Bakalım ben sensiz ne yapacağım?”
*****
Uzun yıllar ardı arkası kesilmeyen çalışmalar, projeler, yurt gezileri, dersler adamı yaşadığı büyük travmadan bir nebze uzaklaştıramamıştı. O günden sonra kendini daha çok çalışmalarına vermiş, artık profesör de olmuştu. Birkaç defa kırık gözlüğünü atmak istemiş, kıyamamıştı. Yaka cebinde taşıyor, en buhranlı ânında eline alıp kırık yerinden öpüyordu. Bu süre içinde, hayatına birkaç kadın da girmiş ama hiçbirinde onun fedakârlığını, disiplinini, düzenini bulamamıştı.
Bir gün evin en ferah, en aydınlık yerinde, dizüstü bilgisayarını açmış; çalışıyordu.
Aşağı yukarı bir aydır, bütün ülke evdeydi. Küresel bir salgın olmuş, her devlet kendi içinde ölü ve hasta sayısını en aza indirmek için izolasyon kararı almıştı. Herkes işini evinden idare ediyordu. Bu seneki bahar ve yaz aylarında, profesörün görev yaptığı üniversitede birçok proje, kongre ve sosyal etkinlik olacaktı ama hepsi iptal edilmişti. Ders notlarını öğrencilerine göndermiş, bu aradan yararlanarak gecikmiş makalelerini, kitaplarını yazıp bitirmeye odaklanmıştı.
Kırlaşmış saçlarından birkaç damla ter aktı. Kalın camlı gözlüklerini, hafif açılmış alnına doğru kaldırıp ıslak mendille yüzünü sildi. Biraz ara verme zamanı gelmişti. Bilgisayardan gazeteleri açtı. Uzun zamandır görmeye alıştığı bir fotoğraf düştü ekrana. Doktorlar ve sağlık çalışanlarının fotoğrafları… Başında bone, yüzünde maske, üstünde beyaz önlükle bir kadın doktor fotoğrafı vardı. O gözler… Gülümserken bile her an ağlayacak gibi bakan o kocaman kara gözler… Sanki yıllar öncesinden gelmiş, “Çay ister misin?” diyecek gibiydi.
Bu salgın geldi geleli bütün televizyon kanalları, gazete siteleri daha önce hastalığa maruz kalmış ülkelerde yaşayan Türk doktorlarla telekonferans sistemiyle röportajlar yapıyor, onların tecrübelerinden bilgi ve fikir sahibi olmaya çalışıyorlardı. Fotoğrafın altını okudu: Türk kökenli doktordan önemli uyarılar var. Doktor ve ekibi ilk vakanın görüldüğü günden beri geçen süreçte neler yaşandığını açıklarken durumun çok ciddi olduğunu, devletlerin salgınla mücadelede, hasta sayısını en az seviyede tutmalarının önemli olduğunu, bunun için de çeşitli yasaklamalara gidilmesinin normal karşılanmasının gerektiği… Okulların ve iş yerlerinin kapatılmasını, insanların evlerinden çıkmamasının sağlanmasını…
Haberin devamını okuyamadı.
Gözleri, kadın doktorun önlüğünün yaka cebinde duran, kırık gözlük sapına takılı kaldı.
Nurcan Ören