0

YUNUS EMRE ŞİİRLERİNDE MANEVİYAT  

XIII. yüzyıldan bu yana yaklaşık sekiz asırdır şiirleri dilimizden düşmeyen Yunus Emre (1240-1320/21), Türk edebiyatının büyük şairlerinden biridir. Yunus Emre 1240 tarihinde doğmuş, 82 yıllık bir hayattan sonra, 1320–1 tarihinde vefat etmiştir. Yunus Emre’nin en önemli eseri “Divan” dır. Bu eserde, aruz ölçüsü ve gazel şeklinde yazılmış şiirler bulunmakla beraber hece ölçüsüyle, dörtlükler hâlinde söylemiş olduğu ilahileri büyük şöhret bulmuştur. Bir halk rivayetine göre Yunus 3000 şiir söylemiş, daha sonra Molla Kasım adlı bir zâhid bunları şeriata aykırı bularak 1000 tanesini yakmış, 1000 tanesini suya atmış, kalan 1000 şiiri okumuştur. Bu inanışa göre yakılan şiirler gökte melekler, suya atılanlar balıklar, kalan şiirler de insanlar tarafından okunmaktadır.

Bu yaygın şöhretine rağmen onun hayatı hakkında yeterli bilgiye de sahip değiliz. Yunus ile ilgili edindiğimiz bilgiler daha çok menkıbevî kaynaklara dayanmaktadır.  Önceki yıllarda  “Yunus Emre ve Türkçe Yılı” olması gurur verici olmakla birlikte, Yunus hakkında daha çok bilgiler kazanmaya da fırsat bulduk. Türk tasavvuf edebiyatı sahasında kendine has bir tarzın kurucusu olan Yunus Emre, Ahmed Yesevi ile başlayan, daha sonra Hacı Bektaş Veli ile devam eden tasavvuf şiiri geleneğini özgün bir söyleyişle Anadolu’da yeniden ortaya koymuştur.

Yunus hakkında yapılan araştırmalarda Anadolu’dan ziyade Azerbaycan’da bile makam ve mezarının olması bu evliya şair hakkında hakikati ortaya çıkarmak açısından zorluk yaratır.

Divanındaki bazı beyitlere ve menkıbelere göre, Yunus Emre ilden ile yürür ve dost sırrını arar.  Gurbet illerinde âşık Mecnun gibi dolaşır ve kendi gibi bir garip bulamadığını söyler.  Urum, Şam, Şîraz, Bağdat, Tebriz ve Nahcıvan gibi bölgeleri gördükten sonra “yukarı iller” dediği Azerbaycan’a kadar gider.

 “Gezdim Urum ile Şam’ı, / Yukarı elleri hamı,

Çok aradım bulamadım, / Şöyle garip, bencileyin” (4, 9)

Yunus’un, şeyhi Tapduk Emre’nin tarikat silsilesi bakımından “yukarı iller”de dolaşması tesadüfî değildir. Nihayetinde Tapduk Emre, Rumeli’ye ve silsilede adı geçen Sarı Saltuk’un ikamet ettiği Varna Zâviyesi’ne de bazı dervişlerini gönderir. Türk sufi dervişlerinin bu bölgelere yayılmasında dağılmış Selçuklu Devleti ve Moğol istilası büyük rol oynamıştır.

Bu nedenle Anadolu’da çok yerde ve Azerbaycan’da Yunus’a ait türbe ve makamlar mevcuttur. Bu durum Yunus’un seyahat ettiği yerlerdeki sohbetlerde çok sevildiğini ve hâtırasının yaşatıldığını da ifade edebilir. Bu konuda Azerbaycan’ın halk şairi Bahtiyar Vahabzade “bes nedendir bir yerde ölüb, bin yerde kazılmış mezarı onun” der.

Öncelikle söylemek gerekir ki; bu evliya şairin bütün bu doğum ve ölüm yerlerinin farklı coğrafi bölgelere yayılması, Azerbaycan’da bile mezarının olmasının nedenlerinden biri de o dönemde Türk-İslam coğrafyasının her tarafından bu arazilere güçlü bir akının olmasıdır. Özellikle Azerbaycan’ın tarihi kutsal yerlerine – Nahçıvan’a akın akın gelmişler. Türkiye sınırında yerleşen, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “Türk kapısı” olan Nahçıvan şehri 5 bin yıllık tarihi olan çok kadim bir şehirdir. Burada adı Kur’an-ı Kerim’de geçen Ashabı-Kehf mağarası, Nuh’un gemisinin durduğu ilk yer – Gemikaya, Nuh Peygamber’in mezarı ve Nuh’un keşfettiği Tuz Dağı, Tuz tedavi merkezi Nahçıvan’dadır. Nahçıvan’da Mevleviler, Bektaşiler, Kengerliler gibi ünlü tayfalar yaşamış veya burada yaşayan kadim insanlar, buraya gelen kutsal insanların ideya ve mesleklerini kabul etmişler ve bugünkü günlerimize dek yaşatmışlar.

Yunus’un tahsili hakkında verdiği bilgilerde de kesinlik yoktur. Eski kaynaklarda Yunus Emre ümmî olarak kabul edilir. Âşık Çelebi, Yunus’un medreseden ayrılıp “Tanrı mektebi”nde okuduğunu belirtir. Bektaşî kaynaklarında da Yunus ümmî olarak geçer. Ayrıca kendi beyitlerinden yola çıkarak “ümmî” olduğu kabul edilebilir.

“Ne elif okudum ne cim, varlıktandır kelecim (sözüm)

Bilmeye yüz bin müneccim, tâlim ne yıldızdan gelir”

 “Yerde gökte bu aşk ile aşktan gelir bu söz dile

Bîçâre Yunus ne bile, ne kara okudu ne ak” (4, 13)

 Bir başka şiirinde de tefsir, hadis, fıkıh, kelâm öğrenmek istediğini söyler ve zahiri bilgi talebini ifade eder. Tüm bunların yanı sıra şiirlerinde kendine ümmî demesinin nedeni, geleneksel yani saf bilgiye sahip olan anlamında da olabilir. Her ne kadar medrese öğrenimi ve icâzet alıp almadığı hususu kesin değilse de yazdığı beyitlerden iyi bir tahsil görmüş olabileceği göz ardı edilmemelidir. Sâdık Vicdânî de Yunus’un beyitlerinde kendini Peygamber Efendimizin vasfıyla nitelemek için “ümmî” olarak ifade ettiğini söyler.

Yunus, çağlar ötesinden Türkçeyi “ses bayrağı” yaparak günümüze kadar yaşatmış, her dönemde Türk insanına hitap edebilmiş olan büyük mutasavvıf ve dil ustasıdır.  Türk dili ve kültürünün en önemli temel taşlarından biridir. Onun şiirleri, bu büyük mutasavvıf şairi tanımamıza yardımcı olan dil, edebiyat ve kültür ürünleridir. Yunus’un şiirleri Anadolu’da ve Anadolu dışındaki Türk topluluklarında beğenilerek okunmuş ve örnek alınmıştır.

Yunus Emre’yi çağdaşları olan, Mevlânâ, Hacı Bektaş Veli ve diğer Anadolu önderleriyle birlikte değerlendirmek daha doğru olur. Yunus’u iyi kavrayabilmek için tasavvufu iyi bilmek, tasavvufu iyi bilmek için ise Yunus’u iyi kavrayabilmek gerekir. O, benliğine tasavvufu benimsetebilmiştir. Yunus, coğrafi ve kültürel sınırları aşan Ahmet Yesevi’den, Nişaburlu Hacı Bektaş’tan ve Belhli Mevlânâ’dan oldukça etkilenmiştir. O Yesevi’nin “Divan-ı Hikmet”ini, Hacı Bektaş Veli’nin “Makâlât”ını, Mevlana’nın “Mesnevi”sini okumuş ve bu eserlerden etkilenmiştir. Yunus Emre’nin Risâletü’n-Nushiyye’si eserinde içerik bakımdan ideya, düşünce, tasavvuf benzerlikleri taşır.

Yesevilik görüşleri kısa bir zamanda Türkistan’da, Anadolu’da, sonraları da Azerbaycan’da, Nahçıvan’da geniş bir alana yayılmış ve onun etkisi ile Mevlevilik, Bektaşilik, Hürufilik, Ahilik, Nakşibendilik gibi tasavvuf yolları oluşmuş, tasavvuf edebiyatı gelişmiştir. Bu sahada Mevlana Celaleddin Rumi (1207-1273), Hacı Bektaş Veli (1209-1271), Nesimi (1369-1417) Yunus Emre (1240-1320/21) gibi mutasavvıflar yetişmiştir ki, onlar da  “Vahdeti vücud” felsefesinden yola çıkarak, toplumu geliştirmek, insanları eğitmek için çaba sarf ederek ilim ve irfana, kültüre ve medeniyete davet etmişlerdir. Onların gayesi felsefe veya öğretiler üretmek değil, gerçeği bulmak ve yaşamaktır. Hakk’ı “her yerde” ve “her şeyde” görmüşler ve öyle de bilmişlerdir.

Aslında Türklerin İslam’la ilgili genetik miraslarının kökleri Ahmet Yesevi’nin Hikmetler’inde yatmaktadır. Hacı Bektaş Veli, Ahmet Yesevi’nin, Yunus Emre’nin yüksek ahlak ilkelerini Anadolu’da, Azerbaycan’da, Orta Asya’da yeniden yeşertmeyi başarmıştır. Ahmet Yesevi’nin “Hikmetler”i, İslam’ın yüksek ahlakının damıtılarak, güzel Türkçe ile insan idrakine sunulmuş halidir. Yesevilikte, Mevlevilikte, Bektaşilikte, Hurufilikte ve Yunus Emre’de birbirine benzer; insana büyük sevgi ve muhabbet düşünceleri vardır.

Yesevi diyor ki: “Sünnet imiş, kâfir de olsa incitme sen!”

Hacı Bektaş Veli böyle söylüyor: “İncinsen de incitme sen.”

Mevlâna Celaleddin Rumi ise şöyle söylüyor: “Gel, gel ne olursan ol yine gel; İster kâfir, ister Mecusi, ister putperest ol, yine gel. Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir; Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel”(11,1)

Yunus Emre ise böyle der:

Ben gelmedim kavga için, / Benim işim sevgi için.

Dostun evi gönüllerdir, / Gönüller yapmaya geldim  (4, 25)

Hacı Bektaş Veli insanları ırkından, renginden, dininden, dilinden ötürü ayırt etmeden birlik ve beraberliğe çağırmıştır:

“Bir olalım, iri olalım, diri olalım!” – demiştir (3, 1)

İmadeddin Nesimi ise insana duyduğu sevgiyi böyle terennüm etmiştir:

Ey taşa, türaba gevher diyen insan,

İnsan öz lutfu, hüsnüyle cevher değil mi? (5, 45).

Yunus der, yaratılanlar içinde sevilmeye en layık olan insandır. Çünkü Allah, meleklerine insana secde etmelerini emretmiştir. Yunus,” Yaratılanı Yaradan’dan ötürü” sevmiş, sevdiklerinde Allah’tan izler yakalamıştır. Yunus Emre’nin insan sevgisi Allah’a duyduğu aşktan kaynaklanır. Yunus şiirlerinde bu düşünce biçimini,

“Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil

Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil” diyerek yansıtmaktadır (4, 29).

Yunus Emre’nin Mevlânâ ve Hacı Bektaş Veli ile karşılaşmalarına dair birçok rivayetler vardır. Hatta bir kaynakta Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Yunus hakkında, “İlâhî menzillerin hangisine çıktımsa bu Türkmen kocasının izini önümde buldum, onu geçemedim” dediği nakledilir.

Bektaşilikte de ilme, tahsile, akla ve bilgiye büyük önem  verilir. Aynı felsefe ile Hаcı Bеktаş Veli Аkıllа gidilmeyen yоlun sоnu kаrаnlıktır” der. Bu yönden Bеktаşilikte talim zаmаnı kişiye bilgi vеrmeden önce оnun ahlâkı, aklı, bilgi seviyesi, algı kapasitesi, düşünce ve dünya görüşü öğrenilir, bunlara  uygun metot  ve usuller  seçilir. Günümüzde çağdaş eğitimde buna “diagnostik yaklaşım” denir.  Bektaşilikte müstakil  düşünmek, hissеtmek, duymаk, sağlam irade, nefse gаlip gelmek gibi keyfiyetler bilgi vermeden önce öğretilir. Bеktаşiler bunа “kаbını gеnişletme” dеrler. Bir başka deyişle hazırlık aşaması ile öğretimden önce kişi, öğrenebilecek bilgiyi alabilecek, idrak edebilecek seviyeye getirilir. Buna merhaleli (kademeli) tahsil sistemi denir. Gemikaya’da tarihte ilk defa olarak “Skale” adlı merhaleli, merdivenli, dereceli eğitim ocağı kurulmuştur ki, bu bahiste daha I. asırda yaşamış Yunan filozofu İosif Flaviy (6) ve XVII. asırda yaşamış Çek pedagogu Y. A. Komenski yazmıştır (7,23) Nuh’un Gemisi Nahçıvan’da Gemikaya’da meskûnlaşmış ve geminin durduğu yere İSKELE denilmiştir. İskele’den Skala, Skul, Okul, Lekol, Şule, Şkola kelimeleri de türetilmiştir ki, bunların hepsi muhtelif dillerde mektep, okul, eğitim merkezi anlamındadır (12).

İnsan, yaratılmış varlıklar içinde, kendi varlığının farkında olan tek varlıktır. Yüce yaratıcı, insanları uyarmak için vahiy göndermiştir. Din, insan hayatına anlam kazandırabilmek için, öncelikle insana kendini tanıtmayı, bir başka ifadeyle kendi varlığının farkına varma imkânı sağlamayı hedef almıştır. Bunun tasavvuf dilindeki adı “Kendini bilmek”tir. İnsanın kendini bilmesi kadar büyük nimet yoktur. Bu, basit bir şeymiş gibi görülür ama zordur. Birçok insan kendini ya olduğundan büyük görür ya da büyüklüğünün farkında değildir, üstelik kendini bir de hakir görür! Ahmet Yesevi şöyle der:

“Gerçek âlim yastığını taştan kıldı. / Anladığı şeyi âleme dedi.

Kendini bildi ise Hak’kı bildi. / Hüda’dan korktu ve insafa geldi.”

Ahmet Yesevi’yi çok iyi anlayan, onun düşüncelerini Anadolu’ya taşıyan ve bu topraklarda yeniden yeşerten Hacı Bektaş Veli de bu konuda şöyle der: “…Kimse kendüsün bilmeyince Çalap Teâlâ’yı dahi bilmez” (3,54).

Nesimi insanın kendini bilmesine şiir ve düşüncelerinde geniş yer vermiş herkese kendini tanıma yollarını göstermiştir. Hurufiler insanı azat varlık gibi değerlendirmişler. Hurufiye göre insan hayatının değeri, onun kendinde gizlidir. Kendini anlayan insan akıllı ve kuvvetlidir. Nesimi şiirlerinde Allah’a sevgi o kadar derin ki, Allah âşığı olan insanları, ilahi aşk ile nitelendiriyordu. Bilgi, ilim her şeyden önce insanın kendini bilmesini sağlamalıdır. Bu manada Yunus Emre böyle söylemiştir:

İlim ilim bilmektir / İlim kendini bilmektir,  

Sen kendini bilmezsen / Ya nice okumaktır.

 Edebim el vermez / Edepsizlik edene.

Susmak en güzel cevap, / Edebi elden gidene! (10, 32)

Tasavvuf kaynaklarında pek çok nefis tanımı yer almaktadır. Ahmet Yesevi’nin yolunda nefis terbiyesi özel yer tutar. O bildirir ki insan, nefsinin kulu olmamalı, dünya malına bağlanmamalı, bütün insanları, yaratılanları sevmeli ve onları kendine eşdeğerde görmelidir. “Nefse uymak yolunda bulunan kişi rüsva olmuştur. Artık, yatıp kalkarken onun yoldaşı şeytandır. Akıllı insansa dünyaya gönül bağlamaz, şeytan seni aldatır da dünya malına meyledersen seni emri altına almış olur. Bundan sonra felaketlere sürüklenirsin, hiç haberin olmaz.” Yunus Emre ilimden daha fazla edebe, marifete yer vermiş, ilimden önce edeb gerek, edeb gerek demiş:

Gezdim Halep ile Şam’ı, / Eyledim ilmi talep.

Meger ilm bir hiç imiş, / İlla edep, illa edep.

 

Girdim ilim meclisine / Eyledim ilim taleb

Dediler ilim geride /  İlla edep, illa edep 

 

Ehli -irfan arasında / Aradım kıldım talep

Her hüner makbul imiş / İlla edep, illa edep.

 Orta çağlarda insanlarımız edebe o kadar ehemmiyet vermişler ki, evlerinde “Edep Ya Hu” yazılı levhalar asar, gümüş yüzük kaşlarının üzerine yazarlarmış. “Edep” güzel ahlak, hürmet, terbiye, hayâ ve nezaket anlamına gelmektedir ve İslam’ın ve Peygamberimizin en önemli gönderilme gayelerinden biridir. Büyük düşünür Hz. Mevlânâ ise, “Güzellik Mevlâ’nın lûtfudur, nurunun yansımasıdır; edeb ise kişinin gönül aynasıdır” demiştir.   Nesimi de bu hususta şöyle yazıyor:

İnsan için en büyük bezek /süs marifettir, akıllı insan ömrünü zerre / toz parçasına vermez.

İnsan için marifetten özge yoktur bir bezek / Akl-ı insan zer için öz ömrünü vermez heder (5, 43).

Tamah insan teninde bir hastalıktır ki, onun ilacı kanaattir: Tamah insan bedeninde begayet zişt illettir / Kanaat nuşi darudur ki, def eyler bu illeti.

Bektaşi marifet, edep, erkân hakkında söylüyor ki, “Mal, mülk adamın düşmanıdır. Bu dünyada mal mülk toplamaktansa insanlara iyilik yap.”

Bu fikirleri Bektaşi şöyle ifade etmiştir:

Malım mülküm, servetlerim hepsi evde kaldı / Oğlum, kızım, akrabam, gittiğim yolda kaldı

Dostlarımdan, birisi, benden hiç ayrılmadı / Allah için yaptığım iyilikler bende kaldı

Mevlâna Celaleddin Rumi de nefsi, genellikle insan bedeninde bulunan ve ona fesadı, kötülüğü emreden cevher olarak tanımlamış ve şöyle demiştir: “Nefsini tanıyan, bilen; Rabbini tanır.” Tasavvufî düşüncede nefis, tabiatı itibariyle düşman kabul edilmiş ve bütün kötülüklerin kaynağı olarak tanımlanmıştır. Bundan dolayı da nefsin aşağılanmasını ve terbiye edilmesi istenmiştir: “Ne mutlu nefsini aşağılayana, hükmüne uy. O (nefis) kötü damarlıdır. Kötü huyludur. İnsanın en büyük düşmanı kendi nefsi ve şeytandır.”

Nesimi böyle hesap ediyor ki, “Nefsi öldürmek kâmil insana uygun en büyük manevi kahramanlıktır. Nefsi yenmek Hayber kalesini almaktan da zordur. Nefis düşkünü olan insanın hayvandan farkı kalmaz.”

İmâm Ga­zâ­lî Hazretleri  nefis terbiyesi hakkında böyle  demiştir: “Nefis, rûhun bineğidir. Eğer insan, nefsin dizginlerini salıverir ve onun gittiği istikâmete kendini bırakırsa, helâk olması mukadderdir… O hâlde nefsinin dizginlerini sımsıkı tut ve bineğinden istifâde etmeye bak!..”

Yunus Emre Hazretleri, şeyhi Taptuk Babaʼnın dergâhında, nefsini terbiye etmek için “erbaîn”e girer, Çile’ye çekilir. Kırkıncı gün, nefsine sahip olup olamayacağı hususunda bir imtihandan geçirilir. Neticede Yunus, nefsini “Lâ ilâhe illâllah” zikriyle zincire vurmuştur (10, 36).

Nahçıvan’da Bektaşilere mahsus Pir Hamuş tekkesinde Çilehane vardır, müritler nefis terbiyesi için, 40 gün  burada  yani Çilehanede kalmalı, kendini terbiye  etmeli, iradesini kuvvetlendirmeli,  nefsine  sahip olmalı idi.  Tasavvuf üyeleri Pir Hamuş’un tekkesinde toplanarak zikir merasimleri, şiir, musiki, sem`а raksları düzenleyip dini ayinleri de icra eder, Şeyh’in dikkat çekici, idraki açıcı sohbet ve vaazlarını dinlerlermiş. 2008 yılında 106 yaşında dünyasını değiştirmiş “İstiklal” madalyalı   Doçent. Dr. babam Latif Huseynzade bu yer hakkında hatıratında söylerdi ki, “burаdа bir vakitler besteli musiki ve sem`а raksları icra edilir ve bu tekkenin Çilehanesi var idi. Burada okunan şiirlerin birisinde şöyle denilirdi:

Guşe-yi halvet ne ecep çаi imiş, / Sırrı nihаn оndа Hüveyda imiş.”

 Halvet köşesi ne iyi yеr imiş / Gizli sırlar оrаdа аşikаr imiş.

Bu şiirden de anlaşılan odur ki, tekkenin “Halvet”i, “Çilehаne”si de varmış, çileye çekilenler burada tenhalığa, tekliğe, halvete çekilmiş, kendisi ile baş başa kalıp tefekkür, düşünce merhalesini geçmiş, her tür pisliklerden arınmış, paklanmış, iradesini sağlamlaştırmış, nefsini yenmiş ve zahitlik hayatına kadem koymuşlardır. Yunus kâinattaki tüm varlıkları yaratan ve idare eden her şeye gücü yeten tek bir yaratıcının varlığını kabul eder ve güçlü bir Tanrı inancına sahip olmuştur.  O hakikatin peşindedir ve sabırla aradığını bulmuştur: “Hak’tan gelen şerbeti içer”, demiştir.

Yunus da Hak’tan gelen şerbeti içerek, halkın kalbinde yaşamaktadır.

Rufat Latif Oğlu Huseyinzade

 

        

 KAYNAKÇA

  1. Ahmet Yesevi. Divani-Hikmet.(Hazırlayan Dr. Hayati Bice). Türkiye Diyanet Vakfı Yay. Ankara, 1993.
  2. Mevlana Celelattin Rumi. Mesnevi. (Hazırlayan Prof. Dr. Adnan Karaismailoğlu) Türkiye, 2016.
  3. Hacı Bektaş Veli. Vilayetname. (A.Gölpınarlı), İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1990.

4.Yunus Emre. Hayatı ve şiirleri. Yazan Hüseyn Arif. Bəyazit-İstanbul, Şakir Hoca Kitab evi.1

  1. Nasimi. Seçilmiş eserleri. Baku: Lider, 2004
  2. Flavius Josephus, William Whiston, Paul L. Maier – The new complete works of Josephus, Revised and expanded edition, Kregel Academic, 1999.
  3. Коменский Я.А. Великая дидактика.Москва, Просвещения, 1999.
  4. Kaplan, Kadir, “Yunus Emre’nin Şiirlerinde İnsan ve Doğa”, Erzincan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (ERZSOSDE)XI-I, 2018.
  5. Özçelik, Mustafa, Bizim Yunus, Odunpazarı Belediyesi Yayınları, Eskişehir, 2007.
  6. Kısakürek. N.F.  Yunus Emre. Büyük Doğu Yayınları. İstanbul 1984.
  7. Huseynzade R.L. Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli, Nesimi şiirlerinde manaviyyat.” Türkiye, “Mevsimler” dergisi, Sonbahar sayısı, 2019.
  8. Huseynzade R.L. İskele, skala, skul, okul. Türkiye, Anamur Sedir. Fikir, sanat ve

edebiyat dergisi. 11 Nisan, 2019

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler