BAYKUŞ Gece çökmüştü. Az önce okuduğu mitolojik hikâyenin etkisindeydi. Bir yandan da kızın saçları aklını karıştırıyordu. Aslında yeni tanışıyorlardı. Ama güzelliğinden çok etkilenmişti. Karşıya...
BU BİR HAZİRAN MI?
Bu bir haziran mı? Yok, bu bir haziran olamaz. Nedense şehrin orta yerindeki bir ölü de boylu boyunca uzanmış öylece yatıyor, kırmızı ışık da sürekli yanıp sönüyordu. Çocuklar sırtlarındaki çantalarıyla ölüye şöyle bir bakıp geçip gittiler. Zil çaldı, okulun bahçesi bir anda tenhalaştı.
Esmer çocuk:
“Ben hayatımda böyle bir ölü görmedim,”
Sarışın çocuk:
“Ben de böyle bir ölüyle ilk kez karşılaşıyorum. Geçen gün ağaçta bir guguk kuşu gördüm, ötmüyor sanki ağıt yakıyordu. Annem eski çamaşırları yıkıyor, ablam da iki de bir doğuya bakıp çantasını karıştırıyordu. Ağabeyim tabiatta bir serzeniş olmalı, dedi ama ben pek bir şey anlayamadım.”
Gözlüklü çocuk:
“Arkadaşlar, bu ölü soyut bir ölüdür. Kapıların, pencerelerin, anahtarların ölümü gibi bir ölüdür. Parklarda sürekli dolaşan bir adam var. Bu adam doğudan güneye, güneyden batıya eşyanın hareketlerini sürekli izliyor. Bu adam bilge bir adam olmalı. Bence bu adam kaybolmuş bir müziği arıyor, şehirden dağlara kaçıyor.”
Çocuklar geri dönerek, koşar adımlarla okulun yolunu tuttular.
Ben de bir tepeden şehre şöyle bir baktım. Bu tepeden bakınca da hazirana ait en ufak bir belirti görünmüyor. Bu ayakkabılar bana ya bol geliyor ya da çok dar. Şehirde bir kargaşa bir belirsizlik bir umutsuzluk… Şimdi şehre insem bütün morgları, bütün acilleri araştırsam… Burada haziran diye bir yaralı ya da haziran diye bir ölü var mı diye sorsam? Sonra mı işte karşımda bir kâbus gibi:
SANRILAR
NARKOZLAR
SİHİRLER
İLLÜZYONLAR…
Şimdi yeniden geriye çekilmek içe kapanmak gerekiyor. Arıların, kuşların sesleri de beni sürekli güney yönüne sürüklüyordu. Güneydeki bu dut ağacı, bu ceviz ağacı, bu erik ağaçları, o çok iri kavak ağacı; bana bir masal ülkesinin kapılarını aralıyor. Ağaçkakanlar, guguk kuşları, arı kuşları bu müzik, işte bu kesinkes kaybettiğimiz haziran olmalı, dedim kendi kendime. Evet, bu haziran…
Bahçenin üst kısmında bir kuyu ve çıkrık var. Ceviz ağacının altında bir kadın oturuyor. Yanılmıyorsam bu kadın benim büyük annem olmalı. Kadının yüzünde on dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla uzanan parıltılı bir nehir görünüyor sanki. Kadının ellerindeki nasırlar çalışkanlığı ve bereketi simgeliyor. Kadının yanına yaklaşmak istedim ama sanki bir şey beni sürekli engelledi. Bu yiğit kadını sadece uzaktan seyretmek zorunda kaldım. İşte yazın, haziranın, temmuzun ve ağustosun sırrı tam da bu ceviz ağacının altındaydı. Bu ceviz ağacının kökleri diğer ağaçların kökleriyle birleşerek medeniyetimize, o altın çağa uzanıyordu. O altın çağda insanlar mutlu, çocuklar da çok sevinçliydiler. Okuldaki o bilge çocuklar da pencerelerden, “Altın çağa bak, ırmakların ve çeşmelerin suları nasıl da berrak!” diye bağrışıyorlardı. O gün okulda hiç zil çalmadı. Ben de sanki başka bir çağda yaşıyormuş gibi derin bir uykuya daldım.
Davut Güner