0

KASABA

Kargalar karnını doyurup ağaçlara tüneyeli epey bir zaman geçmişti. Güneşin soluk ışıkları, caddeleri ve sokakları nazikçe okşayarak gökyüzünün en yüksek noktasına doğru yükseliyordu. Küçük kasabanın en sessiz saatleriydi bunlar. Belediye binasının büyük camlarından, memurların küçük hareketleri gözlemlenebiliyordu. Parktaki emekli amcalar suskun bir şekilde yolu izliyor, aralıklı olarak geçen araçların ritmine ayak uyduruyorlardı. Bu kasabada trafik ışığı yoktu; insanların kendi kuralları vardı, gözleriyle, elleriyle anlaşıyorlardı. Başta garip gelen bu düzen artık bana tanıdık bir melodi gibi geliyordu.

Taş kaldırımdan yavaş adımlarla ilerliyordum. Sanki kanım bile hareketsizdi. O eski aceleciliğimden eser yoktu. Yüzüme vuran ılık rüzgâr beni hazırlıksız yakaladı, içimi bir ürperti sardı. Bu sabah ikinci kez uyanmış gibiydim. Sabahın erken saatlerinde yüzümü yıkamak için sokağın başındaki çeşmeye gitmiş, borudan akan serin suyun ferahlığında kaybolmuştum. Belki de gerçekten yeni bir hayata uyanıyordum.

Meydanın ortasındaki şadırvandan su köpürerek havuza doluyordu. Çevresindeki lahanayı andıran renkli bitkiler gözüme çarptı. Buraya geldiğim çocukluk yıllarımda, bakımsız sardunyalar süslerdi havuzu. Şimdi ise kasabanın yüzü değişmiş, ama ruhu aynı kalmıştı. Suya baktım ve içimde eski bir his yankılandı. Suyu her zaman sevmiştim, belki de geçmiş bir hayatımda balıktım diye gülümsedim.

Şadırvanın etrafında dolanarak arastanın kapısına vardım. Devasa kapılar tamamen açıktı. Dükkânlardan yayılan tatlı kokular burnuma ulaştı. İçeri girmeden önce tütün kolonyasının tanıdık kokusunu içime çektim. Köşedeki dükkâna yaklaştım. Eskiden olduğu gibi tombul dükkân sahibinin bana tütün kolonyası ikram edeceğini düşündüm ama içeride kimseyi göremedim.

“Kimse yok mu?” diye seslendim.

Tezgâhın arkasından tombul amca başını kaldırdı. “Buradayım, iğne kutusunu döktüm, toplamaya çalışıyorum.” dedi.

Yıllar geçmişti. Onun artık yaşlanmış yüzüne baktım. Saçları bembeyazdı, eskiden canlı olan gözleri biraz solgun ama hâlâ sıcak bakıyordu. O an yüreğimde bir sızı hissettim. “Beni tanıdın mı?” diye sormak istedim, fakat cesaret edemedim.

“Bir metre beyaz kurdele alacaktım,” dedim.

“Tamam, hanımefendi” diye cevapladı. Anlaşılan beni tanımamıştı. Yıllar insanı değiştiriyordu, bazen en çok hatırladığımız yüzleri bile yabancı kılıyordu. Ancak gözlerinde bir tereddüt gördüm. Sanki beni tanıyacakmış gibi uzun uzun baktı, ama sonra vazgeçti. Kurdeleyi sarıp uzattı. Parasını ödeyip çıkarken bir an duraksadım, içimde eskiden kalan o çocuksu beklentiyle döndüm ve sordum: “Tütün kolonyası ikram etmeyecek misin?” Dükkânın içinde kısa bir sessizlik oldu. Zaman sanki geriye gitti. Yıllar önce burada, tam bu noktada, bana o kolonya şişesini uzatan biri daha vardı. O an gözlerimin önüne onun yüzü geldi: Murat…

Küçük kasabadan aniden gitmesi, ardında bıraktığı bilinmez sessizlik, içimde cevaplanmamış soruların yanıtları… Kalbim bir anda sıkıştı. Bu küçücük dükkânda, o eski günlerin dayanılmaz kokusunu içime çekiyordum. Murat’ın bana söylemediği bazı gerçekler vardı. Peki, neydi bu gerçekler? Neden bana geri dönmedi?

Tombul amca yavaşça yerinden kalktı, gülümseyerek tezgâhın altından küçük cam bir şişe çıkardı. Önceden olduğu gibi, itinayla avuçlarıma döktü. Tütün kolonyasının kokusu havaya yayıldı.

“Önceden de böyle severdin,” dedi usulca.

Kolonyanın mis gibi kokusunu daha iyi hissetmek için gözlerimi kapattım. Yıllar sonra bile bir koku, bir anı, bir mekân, bizi geçmişe götürebiliyordu. Belki de bazı soruların cevapları, onları sormayı unuttuğumuz anda ortaya çıkıyordu.

Arastanın ihtişamlı kapısından çıkarken, içimde bir şeylerin kıpırtısını hissettim. Ayaklarım beni farkında olmadan meydana götürdü. Şadırvanın yanındaki taş banka oturdum. Su şırıltıları arasında hafif bir rüzgâr saçlarımı savurdu. Gözlerimi kapattım. O an birinin bana yaklaştığını hissettim.

“Çok zaman oldu,” dedi tanıdık bir ses.

Gözlerimi açtım. Karşımda, hâlâ aynı derin bakışlara sahip olan Murat duruyordu. Kalbim hızla çarpmaya başladı. Ne söylemem gerektiğini bilemeyecek kadar şaşkındım. Yıllarca kendi kendime sorduğum sorular, şimdi kartopu gibi büyüyordu.

“Murat…” dedim sadece, fısıltıyla.

Oturdu, bakışlarını suya dikti. “Sana anlatacak çok şeyim var,” dedi. “Ama önce, bir yerden başlamalıyız.”

O an anladım ki bazı hikâyeler bitmez. Yarım kalanlar, dönüp dolaşıp kaldığı yerden devam ederdi. Ve belki de o gün, benim hikâyemin yeniden başladığı gündü…

Ferda İnanoğlu

Leave a Comment

İlgili İçerikler