GECEYE GİRİŞ Eğer sessiz ve korkunç olsa da daim En güzel şeyler gizlenir içine Benim sevdiğim her şey Hem de benim sevdiğim kadın...
CAMIN ARDI
Hava oldukça kapalı, her an yağacak gibi. Zehra, sokağı boydan boya gören penceresinin önüne oturdu. Çevreyi seyre daldı, sokak oldukça hareketli. Öğrencisi, öğretmeni, işçisi, memuru, herkeste bir eve dönüş telaşı; manavlar ve marketlerde akşamüzeri yoğunluğu. İnsanların geliş gidişini karıncalara benzetti. “Kim bilir akıllarında ne sorunlar var?” diye geçti içinden. Öğrencide sınav, ebeveynlerde yarınlara dair… Esnafta vergi, daha fazla kazanma derdi.
Başını kaldırıp göğe baktı; havada dönüp duran birkaç kuş kayıp ağaçlarını arıyordu sanki. Aşağı baktı; sokak kedileri, köpekler. Derin bir iç çekerek insanoğlunun hem kendine hem etrafına yaptıklarını düşündü, sanki iki yüzyıl yaşayacakmış gibi hırslı olduğu takıldı aklına. “Ne doyumsuzuz!” dedi kendi kendine. Birazcık tatminkâr olsaydı belki de cennete çevirirdi yaşamı. Apartmanlara baktı; birbirini boğan aralıksız binalar kapalı perdeleriyle sanki hüzünlü bir bekleyiş içindeydiler. Çok azının içinde çocuk cıvıltısı var, diye düşündü. Kimi balkonlarda birkaç saksı çiçekle kendine yeşil alan yaratmış ev sahibi -kendisinin de yaptığı gibi- kimi camla kapalı balkonlarda havayla arasına camdan sınır çekmiş. Görüntü şeffaftı ama yine de camın ardıydı. Taşıtları da karıncalara benzetti; bir yoğunluk, herkes bir yerlere yetişme derdinde. Bu dünyada her şeye yetişip işini bitiren var mıydı acaba?
Yemeği hazırdı. Eşi işten geç çıkacağını söylemişti. Kalkıp bir kahve yaptı kendine, kitaplığından bir kitap seçti, bilirdi her kitabın farklı bir dünya olduğunu. Okumayı severdi ama o an okumak gelmedi içinden, önündeki masaya bıraktı kitabı. Çocukları başka şehirlerdeydi. Onları çok özlediğini hissetti. Torunlarını düşününce kendini tek tük kalan ağaçların etrafında dönen kuşlara benzetti. Dışarıyı izlemeye devam etti. Kaldırımda küçük adımlarla zorlukla yürüyen yaşlı bir teyze; bir elinde bastonu, diğer elinde alışveriş torbaları. O da yaşam mücadelesi veriyordu. Okuldan dönen bir grup liseli gencin kendi aralarında hararetli hararetli konuşmasının sokağa canlılık kattığını duyumsadı. İyi ki onlar var, diye düşündü. Sokak lambaları, evlerin ışıkları yavaş yavaş yanmaya başladı. Her evde bir ocak kaynıyor, bir baca tütüyor da kahırlı mı zehirli mi, kim bilebilirdi? Çisil çisil yağmaya başlayan yağmurla suların ince ince yokuştan aşağı yol alışını izledi. Sonra denizler, hiç görmediği okyanuslar geçti aklından. Çukurda kalan evleri düşündü, yağış bol olduğu zaman sel basardı oraları. Çocukluğundaki günler geldi aklına; çatısı akan evlerini su bastığı zamanlar. “Gitsin de gelmesin o günler!” dedi kendi kendine. Ama yine de güzeldi o günler, dostluklar samimiydi. Çat kapı komşuluklarla insanın insana güveni, küçük de olsa her evin bir bahçesi vardı. Kentleşme denen illet insanın yalnızlaşmasıydı aslında. Kapının zil sesiyle tüm düşüncelerinden çıkıp o âna döndü.
Akşam yemeği çayından sonra eşiyle birbirlerine günlerinin nasıl geçtiğini sorup anlattılar. Eşinin yüzüne sevgiyle baktı, “İyi ki varsın!” dedi. O an aklından neler geçtiğini söylemedi.
Fatma Nişancı