İVEDİ DERDİMİZ SİVİLCELERİMİZ Biz yatılı okul talebeleri Çokça yoksul, biraz ezik, avlanılmaya müsait Oldukça vatanseverdik veya yurtsever İkisi birden olamıyorduk Kızlarına tutuluyorduk...
ÇİNARE
Yürüyor muydu yoksa ıssız kaldırımlarıma arkadaşlık mı ediyordu? Suskun bakışlarla etrafına bakınıyordu. Her taraf gözleri gibi sessizdi. Sokağın sessizliğini bozan yere düşen sonbahar yapraklarıydı. Her şeyden o kadar soyutlamıştı ki kendisini, sesini; veda ettiği dalın duyacağı yaprağın acısını bile hissedebiliyordu.
Bir anlığına durdu. Çaresizce bir bekleyiş miydi bu duraksaması? Neden durduğunu dahi anlamak istiyordu. Sadece anlamak istediği buydu. Kendisini bildi bileli her şeyi anlayıp çözümlemekle geçmişti yılları. Hiç aklına gelir miydi bir gün anlamaya çalıştığı hayatın kendisini bir anlamsızlığa sürükleyeceği? Yine de yükünü ve kahrını çektiği her şeye gülümsedi. Görüp anladığı ne varsa geride kalmıştı. Ama bir şey hariç: Çinare! Muğlak yazgısı. Kitaplardan ve filmlerden öğrenilemeyecek bir sevda… O gideli çok olmuştu. Onu özlemekten çok, yıllarını neden gittiğini düşünerek harcadı. Hâlâ bir cevap bulamamıştı. Acaba onunla konuşma imkânı olsaydı anlayabilir miydi gitme sebebini? Çinare’ye hak verebilir miydi? Oysa sevginin önünde hiçbir engel olacağına inanmıyordu. Bunu ona da söylemişti. Belki de buna inanmadığı için Çinare habersizce gitmişti. Buna rağmen o şimdi nasıldı?
Tekrar yürümeye başladı. Eve gitmeliydi. Yeni aldığı iki paket teksir kâğıdı masasının üzerinde karalanmayı bekliyordu. Kanı çekilircesine eve vardı. Odasına geçti. Masasının karşısındaki duvara kurşun kalemle yazdığı “Çinare bir gün dönecek!” cümlesine baktı ve yazmaya başladı:
“Biz seninle çok şeydik Çinare. En sonunda biraz sevgiliydik. Gözlerimizde ışıltılı düşler gülümserdi. Seni ilk gördüğümde kucaklamıştım acılarını. Acı canını yakmıştı. Ben yakınmıyordum Çinare. Hoş gelmiştin dünyama. Uzanıp dokunmak istiyordum kalbindeki en mahrem duygularına. Biliyordum bana acıyordun; bu yüzden hiç kıyamazdın bana. Kalbini söksem sadece sessizce ölürdün. Huzursuzdun Çinare! Yanmamam için cehennem ateşinden sakınırdın beni. Ansızın hatırlardın aşka söylenecekleri. Konuşurdun. Biraz dalgın biraz da kaygılıydın. Yaşamak diyorum Çinare, umut, acı, özlem ve sabırdan başka nedir? Bizim gibi bir sürüklenişin öyküsü değil midir? Yolunu yitirmiş yıldızlar kaydı başımıza. Garipti! Ama biz geceleri yine de çok severdik Çinare. Ne güzel gülümsüyorsun Çinare! Gözyaşlarını tebessümünle gizlesen de ben senin bu gülüşüne tutkunum. Hüzün ve mutluluk yan yana durunca aşk ne kadar da olgun duruyor. Gül Çinare gül! İnsan gülünce bağlanır yaşama, tutunur sevdaya. Konuş Çinare! Sözlerin mırıldanarak dokunsun kulaklarıma. Birbirimize hep bilinen masalları anlatmıştık. Sıra hiç kendi masalımıza gelmedi. Tüm hatıralarımızı zamansız uçan kırlangıç kanatlarına takıp yolladık. Ellerin Çinare, iki solmuş gül. Tenin solgun, dünya renksiz. Tedirgin bir bekleyişin içindeyiz. Yaklaş yanıma Çinare. Az ötesi boşluk. Ölüm ilk önce bizi bulur. Kıyametin gölgesi serilir yarınlarımızın üzerine. Yeryüzü bir mekân olmaktan çoktan çıktı Çinare.”
Yazısını bitirdikten sonra yanı başındaki yatağına uzandı. Sigarasını yaktı. Çinare ile bir anısını hatırladı. Çinare onun iyi bir yazar olmasını istiyordu. Özellikle herhangi bir üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı okumasını arzuluyordu. En güzel yazıları ve şiirleri Çinare için yazmalıydı. Farkında olmadan uyuyakalmıştı. Sigarası yanıyordu. Çinare ile yaşadığı hatıraları, Çinare’siz geçen günleri hepsi yanan sigarasından kalan kül gibi ufalanıp savruluyordu.
Heybet Akdoğan