0

GELİMLİ GİDİMLİ DÜNYA

Güne telefon sesi ile uyandık. Babam ahizedeki sese hım, yaa gibi kısa kelimelerle karşılık veriyordu. Telefonu kapar kapamaz annem, “Kim aradı, ne olmuş?” diye darlasa da babamın bunlara cevap verdiği yoktu. Ben yatağımda arayanın kim olduğunu, neden aradığını kurgularken kapının camlı kısmında babamın gölgesi belirdi.

Celil! Kalk bakalım, bize iş çıktı.”

İvedilikle giyinip pikabın koltuğuna kuruldum. Hava cemreler düşmesine rağmen soğuktu. Böyle havalarda pikap çalışmak için kendini naza çekerdi. Marşa basınca yine binbir zahmetle uğraşacağımızı düşünsem de bu sefer öyle olmadı. İlk çevirmede hareket etti. Babam, “Hay yaşa be emektar, bugün bizden yanasın demek ki!” dedi. Uykudan uyanmanın vermiş olduğu mahmurluğu atmış gibiydi. Keyifliydi. Emektar pikap zahmetsizce çalışmıştı. Bu bile keyifli olmaya değerdi. Ana yol güzergâhında ilerliyorduk. Babam iki eliyle direksiyonu kavrıyor, bir yandan da dikiz aynalarını kontrol ediyordu. Bir ara sağ elini direksiyondan ayırdı, yeleğinin fermuarını indirdi. Gömleğinin cebinden sigara paketini çıkarıp direksiyonu tutan sol elinin başparmağına vurdu. Çıkan sigarayı kemikli parmaklarına yerleştirdi. Bu sefer de sigara tutan sağ eli ile direksiyonu kavradı, sol eliyle önce ceketinin, ardından yeleğinin ceplerini yokladı. Aradığını bulamamış olacak ki pantolonunun da ceplerini kontrol etti. Elini güç bela pantolonun ön sol cebine soktu ve çakmağı çıkardı. Sigarayı dudaklarının arasına sıkıştırıp yaktı. Keyfi yerli yerindeydi.

Gözüm yol boyu sıralanmış koruluktaydı. Sabahın bu saatlerinde yeşil ayrı bir yeşil oluyor; maviye çalıyordu. Dağların yükseltisinden olacak ki bir sis bulutu kimi yerlerde kümelenip kalmıştı. Babamın ardı ardına yaktığı sigaranın dumanı sis bulutuna karışmaktaydı. Görüş mesafesi azaldıkça içimde korku artıyor, istemsiz kendimi sıkıyordum. Sis bulutunu geçince bir rahatlama alıyordu beni.

Değirmenli sapağına yaklaşmıştık. Bundan sonrası vilayete giden yoldu. Babam ilerledikçe yavaşlıyor, sağa sola bakınıyordu. Yol boyu hiç araca rastlamamıştık. Burası çok işlek bir yol sayılmazdı. Kimileri kestirme yol belleyip buradan vilayete giderdi ama bu anca coğrafyayı bilmezlerin işiydi. Her yıl elim bir kaza haberi alınırdı bu mevkiden.

Babam pikabı durdurdu. On-on beş adım ilerledikten sonra yolun soluna geçti. Biraz daha ilerleyip yolun yamaçla birleştiği tarafa doğru yönünü çevirdi. Birine sesleniyordu. Bir-iki dakika sonra seslendiği kişi ile yan yanaydılar. Bana el işareti ile gel diyordu. Pikaptan indim, ona doğru yürümeye başladım. Havanın soğuğu kırılmaya başlamıştı.

Adam yaralıydı. Aracı yamaçtan aşağı uçmuştu. Bereket versin ki hem kendi sağ çıkmayı başarmış hem de yoldan geçen biri ile beldeye haber salmış, yardım istemişti. Aradığı babamdı. Babam bu civarda kaza yapmış araçların işlerine giderdi. Ben de onunla giderdim. Bazen uzak bazen yakın; bazen ölümlü bazen kalımlı. Bu ölümlü kalımlı bir kazaydı. Adam sağdı ama ölenler vardı. Kim ölmüştü? Kuşlar!

Vilayette düzenlenen panayırda sirk gösterisi de olacakmış. Kalımlı adam da birbirinden maharetli, eğitimli kuşlarını sirke götürmekteymiş. Ee bizim buraları da pek bilmediğinden sabaha karşı kaza yapıvermiş şuracıkta. Kuşların çoğu da sizlere ömür. Kimi kazadan sonra kafesinden çıkıp uçup gitmiş. Kimi kafesinde öylece ölekalmış. Kalımlı adam çaresiz. Böyle anlatıyordu.

Babam “Bir hâl çaresine bakarız meraklanma. Aracı anca öğlene çıkarabiliriz ama buradan. Varalım bize, sonrasını hallederiz.” diyor. Adam bir araca bakıyor, bir kuşlara. “Yok, ben gelemem.” diyor. Sonunda ölümlü kuşlarla beraber kalımlı adamı beldeye götürüyoruz. Adam, ölmüş kuşlarının cansız bedenlerini oracıkta koymuyor. “Gidenler zaten uçup gitti, kalanlar bari burada böylece kalmasın.” diyor.

Eve vardığımızda annem kalımlı adamı ve ölümlü kuşları görünce şaşırıyor ama yol hâlinin binbir türüne şahit olduğundan bunu da kabul ediyor bir süre sonra. Ölümlü kuşlar topluca bir kafesin içinde duruyor. Babam kuşlar acaba dışarıda mı kalsa diyecek oluyor, kalımlı adam kendinden önce kuşları başköşeye koyuyor. Annem o sıra kalımlı adama yaralarını sarması için bir şeyler getiriyor. Getirdikleri sıralanıyor; sargı bezi, tentürdiyot ile başlıyor, ardı arkası karın doyurmaya dönüyor ama kalımlı adam mutsuz, bir o kadar üzgün.

Bugüne kadar onlarsız günüm olmadı. Ben nereye onlar oraya. Onlar hem yoldaşım hem ekmek kapımdı benim. Neylerim şimdi?”

“Üzülme kardeşim, cana geleceğine mala gelsin. Bak o kazadan üç beş sıyırıkla sağ çıkmışsın.”

“Öhöm!”

Kalımlı adama teselli fayda etmiyor. Gözüne veriyor. Erkek kısmının ortalık yerde ağlamasını gören annem biraz yadırgadığından azcık da gülesi geldiğinden belki birazcık da rahatça ağlasın diye mutfağa gidiyor.

Babam konuyu değiştirmenin faydalı olacağını düşündüğünden kalımlı adama havadan sudan bir şeyler anlatıyor. Ben ölümlü kuşlara bakıyorum. Her biri farklı türde adını bilmediğim, ömrümde görmediğim kuşlar. Capcanlı renkleri, parlak tüyleri ile cansız bedenlerine can bekler gibi.

Evde bir sessizlik hâkim. Kalımlı adam yorgun düşüyor, uykuda. Annem gündelik işlerini bir uçtan yapmaya çalışıyor, babam haber bekliyor. Aracın uçurumdan çıkarılma işi bizi aşıyor. Daha kuvvetli bir çekici lazım geldiğinde Nurlulara haber salıyor. Ben kuşları izliyorum.

Saat öğleni buluyor, kalımlı adam uyanıyor. Kuşlarına bakıyor. Ciğerine bir kez daha kor düşüyor. Uyandığı bir düş olmuyor.

 “Kardeş, senin aracı çıkarmaya benim gücüm yetmez. İlçeden araç istedik. O geldi mi aracı çıkarırız. O gelene kadar da burada misafirimizsin.”

Sağ olun. Zahmet vermek istemem. Ama bu işi bugün halledebilirsek iyi olur.”

 Kalımlı adam belli ki gitmek istiyor… Onu beldeye getirirken türlü umut ve heyecanla yola çıktığını söylüyordu. Kuşları ile birlikte birçok yerde sirk gösterisi yaptığını, kimini bu işe başlarken edinip kendinin eğittiğini anlatırken gözleri doluyor, sesi çatallanıyordu. Şimdi ne yapacağını bilmez bir çaresizdi.

O gün ilçeden gelecek olan araçtan ses çıkmadı. Kalımlı adam yerinde duramaz oldu. Annem ölümlü kuşları salonun ortasında öylece gördükçe içi içini yiyordu. Ona kalsa kuşlar oracıkta kalmalıydı. Kuştu, ölümlüydü. Ölmüştü. Ne diye yası tutulacak, cansız bedenleri taşınacaktı. Babam düşünüyordu.

Kardeş bugün haber çıkmadı. Yarın ola hayrola. Demem o ki kuşlarını bu şekilde görmek seni daha çok üzmekte. Gel bunları hiç olmadı bahçede bir yere gömelim.”

 Kalımlı adam oturduğu yerden hışımla kalkıyor. Babamın bu önerisini şiddetle reddediyor. “Ben onları buracığa gömersem ne vakit görmek istesem dağlar aşıp nasıl gelirim? Olmaz. Katiyen olmaz.” Annem gözlerini deviriyor. Bu işe anlam veremiyor. Ama kuşların da salonun ortasında oluşuna artık sabrı gelmiyor. Ölümlü kuşlar o gece öylece salonun ortasında kalımlı adamla birlikte kalıyor. Annem dâhil kuşların yerini değiştirmeyi kimse teklif edemiyor.

Ertesi gün sabaha kar yağışı ile uyanıyoruz. Bu mevsimde bu karın beklenmedik teşrifi aslında çoğumuzu mutlu etmiyor. Özellikle kalımlı adamı. Kar ilçe ile belde arasındaki yolu kapattığından çekici gelemiyor. Kalımlı adam gidemiyor. Ölümlü kuşlar salonun ortasında kalıyor.

Babam kuşların öylece beklemesine razı olamıyor, annem de rahat vermiyor. Babam kalımlı adamın karşısına bu sefer umulmadık bir fikirle çıkıyor. Kalımlı adam bu fikre başta pek yanaşmıyor ama sonrasında kabul ediyor. Ben ise bu fikri duyduğumda kulaklarıma inanamayıp göreceklerim ile tasdik etmek istesem de babam asla buna müsaade etmiyor.

Babamla kalımlı adam salonun ortasındaki ölümlü kuşları alıp evimizin yanındaki atölyeye gittiler. Yaklaşık iki gün oradan hiç çıkmadılar. Kar yağışı mevsimin misafiri olamadı; eridi, yollar açıldı. Çekici araç geldi, kalımlı adamın aracı çıkarıldı. Başka bir araca yüklenip yola düşüldü. Yola düşen kalımlı adam ve ölümlü kuşlardı. Bize geriye duası kaldı. Annem rahatladı.

Yıllar geçti. Biz Değirmenli sapağına çok gidip geldik yamaçtan uçanları kurtarmak için. Lakin hiçbirinde kalımlı adam ve ölümlü kuşlar gibisine rastlamadık. Aslında kalımlı adam ve ölümlü kuşlarına bir kez daha rastladık: Televizyonda. Sirk gösterisindeydi kuşlarıyla. İlkinden daha mutlu bir karşılaşma olduğu kesindi. Kuşlarla âdeta dans ediyordu. Ölümlü kuşlar cansız bedenlerinde canlı gibiydiler, sanki biri onlara ruhlarını üflemişti. Tüyleri o günkü kadar parlak ve rengârenk. Babam kuşları izlerken yıllar önce giriştiği bu işin ölümlü adamı hayata bağlamasına sevinmiş olmalıydı. Yüzü mütebessim, “bak sen şu bizim ölümlü kuşlara” diyordu.

 Aslıhan Avcı

[1] Öykünün başlığı Yunus Emre’nin dizesinden alınmıştır.

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler