ÖLMEK İÇİN YAŞIYORUM! Günü çoğaltıyor gülüşün Düşlerime giriyor bahar Hayata attığım çentik, ömrüm!.. Ölümü mayalıyorum her akşam Hayallerim bile derme çatma Akla...
ÖLÜLERİN GÜZELİ
Rüzgârın olmadığı, soğuğun iliklere işlediği bir ikindi vaktiydi. Yılın ikinci karı yağıyordu. Hasan, bir davet üzerine farklı bir iklimin pençesine düşmüştü. Yolculuğu farklı araçlarla tamamlanmış, kendisini çeşitli ırklardan insanların ve farklı statüde şaşkınların toplandığı modern bir taziye evinde bulmuştu.
Gölün üstü berraktı, ama kasabanın sırtını dayadığı dağ sisli, karlı ve rüzgârlıydı. Hasan’ın üstündeki montun rengi solmuş, ayağındaki botlar iki yıllıktı; sanki fareler kemirmiş gibiydi. Derin bir bilgi birikimi olmasa da iyi bir izleyiciydi. Baktığı her manzarada âlemin kusursuzluğunu örneklendirirdi. İnsanların yüzleriyle pek ilgilenmezdi, ama kulağını tırmalayan konuşmalar oldu mu, bir dedektif edasıyla tüm sezgilerini açardı. Gözleri baykuşunkini andırıyordu. Yaşlı mıydı, yoksa zihnine söz geçiremiyor muydu, anlaşılmıyordu. Bedeni otuzlarında göstermesine karşın, ruhu sanki yolculuğunu bitirmek üzereydi. Gözlerinin etrafındaki kırışıklıklar, hayatın acımasızlıklarından çok zihninin belirsizliklerinden dolayı çoğalmıştı. Cebinde sürekli bir kalem taşırdı, lakin onu hiç kullanmazdı. Herkes bu kalemin gizemini merak ediyor, fakat kimse nedenini sormaya cesaret edemiyordu. Ellerinde eski bir eldiven vardı. Ayaklarının üşüdüğü, karşıdan bakınca hemen fark ediliyordu. O da içine düştüğü şaşkın topluluk gibi şaşkındı. Geldiği yer bir taziye eviydi, ama gördüğü manzara ve şahit olduğu muhabbetler bir kahvehane havasından farksızdı. İçerisi sıcaktı, herkesin keyfi yerindeydi. Baş köşede imam ve ölen kişinin akrabaları oturuyordu. Ölen kişi için Fatihalar okunuyordu. Bazıları gülüyor, bazılarının bir elinde telefon, diğer elinde dua kitabı vardı. Fatiha suresini içten bir huşuyla okuyan sadece bir kişi vardı: Süleyman. Yaşlı adam, ölümün keskin kokusunu çoktan almıştı. Taziye sahipleri zengindi ve geniş bir çevreye sahipti. Her gelene âdeta, “İşte benim namım, işte benim büyüklüğüm,” der gibiydiler. Ölüyü bir Fatiha suresi boyunca hatırlamışlardı. Ardından yine aynı muhabbetler devam ediyordu.
Hasan, şahit oldukları karşısında öfkelendi. “Taziye böyle olmamalıydı,” diye mırıldandı.
Gördüğü manzarayı kelimelerle resmetmeye çalışırken, içeriye bir çocuk girdi. Ağlamaklı bir sesle, “Babaannem nerede? Babaanneme ne oldu?” diye sordu. Etrafına baktı. Çayları taşıyan babasını görür görmez, hemen ayağına yapıştı. Dengesini kaybeden babanın taşıdığı çay tablasından iki bardak düştü. Bardaklar öyle bir hızla yere çarptı ki, mermere değip parçalanana kadar iki saat geçmiş gibi hissettirdi. Zaman yavaşlamıştı. Ama Hasan’ın manzarayı resmetmek için salladığı fırçaları olağan seyrinde hareket ediyordu. Çocuk iki adım geri çekildi. Ardından, “Babaanne!” diye seslendi. Bakışları tavana doğru kaydı. Kollarını açarken, kucağına mayıs ayının sıcacık esintisi doldu.
Hasan, fırçalarını olağan akışında kullanmaya devam ediyordu. Fırçasını tavana doğrulttuğunda, gözlerine inanamadı. Bembeyaz elbiselere bürünmüş yaşlı bir kadın, çocuğa bakıyordu. “Ruhlar gerçekten uçuyor mu?” diye düşündü. Resim için yanına aldığı boyalara baktı, ama istediği rengi bulamadı. Telaşla dışarı çıktı. Çok geçmeden bir avuç kar ile geri döndü. “Resmedeceksem eğer, ölülerin güzelini kar gibi temiz, kar gibi beyaz bir renkle çizmeliyim,” dedi. Ardından, fırçasını titrek darbelerle tuvalin orta üst bölümünde gezdirdi.
Bu taziye evinde ölülerin güzelini arayan tek kişi bu çocuktu. Demek ki ölüler hatırlandıkça diriliyorlardı. Peki, hatırlananlar nasıl diriliyordu? Ölülerin güzeli şanslı mıydı, yoksa kendi rengini dünyadaki kötü lekelerden korumuş muydu? Bu ipekten uzun elbiseyi çizmek neden bana nasip olmuştu, diye düşündü Hasan.
Ölülerin güzeli çocuğa yaklaştı. Onu kucakladı. Çocuğun gözyaşlarını ipekten elbisesiyle sildi. Çocuk, hıçkırıklar içinde “Neredeydin, babaanne? Seni çok özledim,” dedi.
Ölülerin güzeli, “Buradayım, korkma yavrum,” diye fısıldadı.
Ölümünün üzerinden sadece iki gün geçmişti. Çocuk, babaannesinin yanında büyümüştü; sanki gölgesi gibiydi. Bu nedenle, kısa iki gün ikisine de bir yıl gibi gelmişti.
Çocuk, ölülerin güzeline öyle bir sarılmıştı ki, cemrenin toprağa düşüşü gibi Hasan’ın hem renklerine hem de yaşlanmış ruhuna düştü.
Hasan, bu manzara karşısında büyülenmişti, ama zihninde soru işaretleri bir dağ gibi yükselmeye başlamıştı. “Ölülerin güzeli beni görüyor mu? Ona soru sorayım mı?” diye geçirdi içinden. En çok da bu güzelliğin kaynağını merak ediyordu. Ölenler, bedenlerinden kurtulduklarında bu hale mi bürünüyorlardı? Kafasında yankılanan onlarca soru, acemi bir sanatçının enstrümanından çıkan gürültü gibi onu rahatsız ediyordu.
Ölülerin güzeli, “Söyle bakalım yavrum, beni özledin mi?” diye sordu.
Çocuk, hıçkırıklardan konuşamadı. Ölülerin güzeli onu kucağına aldı. Kanatlanarak açık kapıdan dışarı çıktı. Hasan’ın fırçalı kelimelerden oluşan tuvali, canlı bir manzaraydı; onları taşımak zor olmadı. Peşlerinden dışarı çıktı.
Onlara yetişmek mümkün değildi. Onlar karı bulut yapmış, üstünde uçuyorlardı. Hasan ise kara bata çıka, bazen sağa bazen geriye sendeleyerek onları takip ediyordu. Hava puslu, soğuk ve matem kokuyordu. İçeride ısınan Hasan, birkaç adım attıktan sonra kendisini soğuğun acımasız kesiklerinin içinde buldu. Oldum olası soğuk ve kapalı havaları hiç sevmezdi. Böyle havalarda hem zihni hem kalbi hem de ruhu daralıyordu. Bunlar yetmezmiş gibi, bedeni de ağırlaşıyordu.
Sonunda bir eve girdiklerini gördü. Artık parmaklarını ve burnunun ucunu hissetmiyordu. Ama yine de başladığı işi bitirmek istiyordu. Evin bir metre yüksekliğindeki biçimsiz taş duvarından atlarken, ayağı üzüm ağacının birbirine girmiş dallarına takıldı. Büyük bir patırtıyla yere düştü. Birkaç saniye öylece kaldı. Etrafı dinledi, insan varlığına dair bir ses duymadı. Karın yere sessizce çarpması gibi, evin penceresinin altına gitti. Başını pencereden uzattığında, içeride büyük bir adamın televizyon izlediğini gördü. Haber kanallarından biri açıktı. Köşede, ölülerin güzeli ve çocuk, televizyon izleyen adamı seyrediyorlardı. Anlaşılan o ki, bu adam ölülerin güzelinin en büyük oğluydu.
Hasan, manzarasını resmederken, “Ölülerin güzeli, adamı taziyede görmediği için mi onu aramaya koyulmuştu, yoksa ödenecek bir hesap mı vardı?” diye düşündü.
Adam, çocuğun ve ölülerin güzelinin yanından geçip başka bir odaya gitti. Hasan’ın ağzı açık kalmıştı. Adam, ölülerin güzelini görmemişti, çünkü o ölüydü. Peki, neden çocuğu da görememişti? Olaylar Hasan’ın gözünde ve tuvalinde tuhaf bir hâl almaya başladı. Fırça darbeleri anlamlı çizgiler yerine, birbirine girmiş iplikler gibi anlamsız şekiller oluşturuyordu.
Hasan bunları düşünürken, çocuk ve ölülerin güzeli evden çıktılar ve başka bir eve vardılar. Hasan onları takip etmeye devam etti. Bu evde, yirmi beş yaşlarında bir kadın bebeğini emziriyordu. Kadının gözleri yaşlıydı. Gözleri tek bir noktaya dalmıştı. Anlaşılan, geçmişin tatlı ama acı veren hatıraları arasında annesini arıyordu. Ölülerin güzeli ve çocuk bir süre daha kaldıktan sonra başka bir eve geçtiler. Bu evde sadece kadınlar ve çocuklar vardı. Kadınlar, hilal şeklinde oturmuş, Kur’an-ı Kerim okuyorlardı. Gözyaşlarını gizlemek için beyaz yazmalarını sadece gözleri görünecek şekilde bağlamışlardı.
Hasan, mahrem bir yeri resmetmek istemese de içindeki anlam arayışına söz geçiremedi. Tüm bu olanlara anlam veremiyordu. Bir ara uykuya daldığını ve bir rüya gördüğünü düşündü. Ölülerin güzeli, bu ruhani atmosferde etrafa ışıklar saçtı. Çehresinde meleğin gülüşü dans ediyordu. Gözlerini torununun gözlerine dikti ve ona neşeli bir melodi fısıldadı.
Hasan, yanında bir karartı geçtiğini fark edince ne olduğunu anlamak için baktı. Yanından insanlar geçiyordu, ama hiçbiri onu görmüyordu. Artık bir rüyanın içinde olduğundan emindi. Ölülerin güzeli, çocuğu yere bıraktı ve süzülerek evden çıktı.
Karın içinde birkaç saat dolanan Hasan, sonunda kendini bir mezarın başında buldu. Ölülerin güzeli, mezarın başında oturmuş dua ediyordu. Mezar taşında herhangi bir yazı yoktu. Kime ait olduğu da belli değildi. Ölülerin güzeli, mezarın üstünde birikmiş karları temizledi. Ardından koynundan bir kâğıt çıkardı. Hasan, olanları dehşet içinde izliyordu. Ölülerin güzeli neden bir mezarın başında dua ediyordu? Ölüler mezarlarını tanıyorlar mıydı? Aklından binlerce soru geçse de endişelenmeye başlamıştı. Olanlar onun bünyesinin çok üstündeydi.
Kar, kimseyi rahatsız etmeden ölülerin çığlıklarını bastırarak, kötülerin günahlarını gizleyerek yağmaya devam ediyordu. Serçeler, ağaçtan ağaca, daldan dala atlayarak küçücük yüreklerini ısıtıyorlardı. Mezarda ikisi dışında kimse yoktu. Hasan, kalbinde bir şeylerin kıpırdadığını fark etti. Zaman ilerledikçe kadın ona tanıdık gelmeye başladı. “Bu yüz hatlarını tanıyor gibiyim. Bu tombul kısa parmakları, ağlarken bükülen dudakları tanıyorum sanki,” diye düşündü. Bir şeylerin ters gittiğinin farkına varıyordu. Buz gibi havada alnından ter damlaları düşerek karın içinde yol alıp mezarın toprağına karışmaya başladı.
“Yoksa… ama olamaz! Hayır, kesinlikle olamaz. Buradayım işte. Kanımı hissediyorum. Kırışmış cildimi, nasır tutmuş ellerimi hissediyorum.” diye fısıldadı. Dehşet içinde kendini yoklayan Hasan, uzaktan gelen ayak sesleriyle irkildi. Çocuk, koşarak ölülerin güzelinin yanına geldi ve dizine oturdu. Kadın onu öptü ve gülümsedi.
“Getirdim, babaanne,” dedi ve bir kalemi kadına uzattı.
Hasan’ın kanı çekildi, yüzü bembeyaz kesildi. Hemen elini cebine attı, lakin sürekli taşıdığı kalem orada değildi. Çocuğun getirdiği kalem, onun kalemiyle aynıydı. Anladı ki, kalem kadına bıraktığı tek hatıraydı.
Dakikalar birbirini kovaladıkça Hasan’ın bedeni otuz yaşından yetmiş beşine büründü. Yaşlanan sadece ruhu değildi. Bedeni de ölüme razı hale gelmişti. Ellerine baktı. Yüzüne dokundu. Cildi soğuktu ve hiçbir şey hissedemiyordu. Kadına baktı, ardından çocuğa baktı. Sonra ardına bakmadan koşmaya başladı. Koştukça bir şeyler hatırlamaya başladı. Ve her hatırladığı şey, bir bıçak gibi sırtına saplanıyordu.
Ne kadar hızlı koştuğunu fark ettiğinde, ayaklarının yere değmediğini ve havada süzülerek ilerlediğini anladı. Birden durdu ve ölülerin güzelinin kim olduğunu hatırladı. Ardından, evine uğradığı kişilerin de kim olduklarını hatırladı. Haberleri izleyen adam, küs olduğu oğluydu. Çocuğunu emziren kadın, kızıydı. Kur’an-ı Kerim okuyan kadınlar, kızları ve gelinleriydi. Çocuk ise torunuydu.
Hasan delirdiğini düşündü. “Delirdim ben, aklımı kaybettim. Allah’ım, ne yapıyorum?” diye mırıldandı.
Taziye evine döndü. Mahalle havası hâkimiyeti devam ediyordu. Kendini beğenmiş zengin oğlu, sahte maskelerle gelen insanlara tiyatro oynuyordu. Kimsenin gözünde zerre kadar merhamet ve acıma duygusu yoktu. Herkes kendi âleminde, var oluştan bir haber mecnun gibi dolanıyordu.
“Süleyman, benim en iyi arkadaşım. Nasıl oldu da tanıyamadım?” diye düşündü. Süleyman, yüzünde merhamet okunan, varlığın farkında olan, kuşların dilinden anlayan, fakirlerin heybesinde katkısı olan güzel insandı. Bu kadar insan arasında dualarıyla, hatırasıyla ruhunu çağıran güzel insan. “Sana minnettarım. Okuduğun Kur’an, dilinden dökülen dualar hatırına buradayım.”
Ölülerin güzeli, mezarımın başında gözyaşı döküp durma. Gözyaşı ancak üzüntü getirir. Beni kalbinde ve hatırında tut ki, seni ölü, kendimi diri sanmayayım.
Abdurrahman Seyhan