0

SÜRÜ

Kabir ehliyle komşuydular. Evleri, mezarlığın karşısındaki küçük tepenin yamacındaydı. Her sabah güneş ilk önce mezar taşlarına vurur, oradan da küçük, müstakil evin penceresine süzülürdü. Yüksekten seyrettikleri ölüler, evin halkına her gün bir fısıltı gönderirdi: “Bir gün siz de burada olacaksınız.”

Gün gelecek, en tepedekiler bile aşağıdakilerle eşitlenecekti.

Evin önündeki taş duvarın toprakla dolu arka kısmında birkaç meyve ağacı büyüyordu. Küçük bahçeden eve uzanan parke taşlı dar yolun sonundaki üzüm asması, evi bir gelin gibi sarmıştı. Asmanın gölgeliği yaz mevsiminde balkona düşer, Sülo’nun hanımı ve iki çocuğu için serin çardak olurdu. Her gün gözlerine çarpan mezarlığın görüntüsünden rahatsız değillerdi. Hatta huzurluydular. “Defineciler evimize dokunmasın da…” diyordu Sülo bazen, “Ölülerin bizimle bir alışverişi yok zaten.”

Her gecenin sabahında yeni kazılmış tarlalarla, dağ yamaçlarında oyuklarla, derin çukurlarla karşılaşıyorlardı. İnsanlar toprağa alın teri değil, hayal döküyordu. Bir dedikodu yayılmıştı ilkin: Sülo’nun evinin bulunduğu tepe, eski bir Ermeni yerleşkesiymiş. Bizans döneminden kalıntılar varmış. Sonra her taş, her kaya, her teneke kutu altınlara giden yolun işareti sayılmaya başlandı. İşaretler, levhalar, kayalara oyulmuş semboller… Herkes bir anda define uzmanı oluverdi. Bir düş, hayal, rüya… Kıvılcımı yakan Metin’di. Kitap düşmanı, kitap yüzü görmemiş Metin… Birdenbire tarih profesörüne döndü. Nereden, kimden öğrendiyse artık, kafası köyün altını üstüne getirecek yeraltı bilgileriyle doluydu. Elinde sakladığı eski bir harita vardı. Neyi gösteriyordu, kimse bilmiyordu ama her anlatışında bir yerin altında bir servet olduğuna yemin ediyordu. Anlattığı altın hikâyelerinin sesi yavaş yavaş köyün kulağına çalındı. Altına bulanmış umutlar, kazma kürekle evlerin etrafına dadanmışlardı. Sonunda Sülo’nun ocağı define düşlerinin altına gömüldü.

“Altın dedikleri nedir ki, evin mutfağında dönen kepçe kadar değerli mi?”

Define sevdalılarının birkaçı musibet yaşamıştı aslında: Hüseyin, başkasının evinde altın olduğunu düşünmüş, tarlayı, sapanı satmış eve değerinden daha fazla para vermiş, umduğunu bulamamıştı. Şimdi meteliksizdi. Muhtarın oğlu evlendiği gün-söylemesi ayıptır- gerdek gecesi arkadaşlarının gazına gelmiş, çeşme başındaki asırlık çınarın altını kazarken jandarmalara yakalanmıştı. Sorgu sual derken ancak üç gün sonra eve saldılar. Son vukuat ise definecilerin, Sülo’nun evinin define noktası olduğuna itikat etmeleriydi. Merkez oradaydı. Mezarlığın karşısındaki o küçük tepe… Metin’in tarih bilgisine göre orası artık bir “define noktası”ydı. Define… Define, Sülo’nun yitirdiği akıl hazinesi kadar parlak mı?

Dava açıldı, failler aranıyor…

Hâkim sordu:

“Evin altını kim oydu?”

“Köyün definecileri…” dedi, içlerinden biri.

“Onlar kim?”

“Sülo dışında herkes.”

“Bir anlat bakalım” dedi, hâkim bey.

Uzun uzun hikâyeler anlatılıyordu. Son hikâyeyi hepimiz ağzı açık dinledikten sonra define ekibinden biri kalkıp dedi ki:

“Beyler, orada bir şeyler var. Mezarlıktaki sivri kayanın sırtı kambur gibi. O kamburluk küpe işaret. Sivri tarafı da Sülo’nun evini gösteriyor…”

O hikâyeden sonra gözler Sülo’nun evine dikildi. “Koca bir servetin üstünde yatıyor,” dediler. Bazıları, onun bu servetin farkında olduğunu ama köyden gizlediğini bile iddia etti. Sülo’nun evi bir gece sessizce oyuldu. Kazmalarla, küreklerle, elleriyle kazdılar. Önce toprağı, sonra Sülo’nun hayallerini söktüler. Ev yerle bir olup mezarlığın hizasına indi.  Sülo’nun aklı sıfırlandı ev kayınca.

Kimi defineciler başarısız olunca kafayı sıyırırmış. Bizimkiler önce kafayı sıyırdı, sonra defineci oldu. Köy, altın delisi. Evini hanımı ve çocuklarını yitirince Deli Sülo da altıncıların delisi…

“Metin’in anlattıkları bana da mantıklı geldi” dedi, başka bir suçlu.

Diğeri:

“Hâkim bey, biz gaza geldik…”

Köylüler başlarını eğdi. İçlerinden biri fısıldadı:

“Hâkim bey, Sülo dışında hepimiz suçluyuz.”

“Suçun çoğu sadece Metin’in mi?”

“Dediğim gibi, köyün ekserisi suçlu. Ama en çok da o uğursuz Metin! Her şey onun başının altından çıktı. Kitapsız bir adam yüzünden köy… Altın için kafayı yitirdik. Önce aklımızı kaybettik, sonra insan Sülo’yu.”

Köyde artık sessizlik vardı. Ne Metin’in haritası kaldı geride ne de kazılan evin altından bir şey çıktı. Sülo’nun evinin yerinde bir incir ağacı yeşerdi. Ama hep Sülo’nun sesini duyar gibiydiler:

“Yaşayanlar birbirine böyle acı çektiriyorsa ölüler daha merhametli.”

 

Abdulvahap Sert

 

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler