0

SELMA ÖZHAN İLE ‘MERİZAT’ ÜZERİNE: “KELİMELER BAZEN BİR SIZI GİBİ SIZAR”

Sözcükler sadece anlam taşımaz, bazen ruhun en saklı köşelerini aydınlatır. Selma Özhan’ın yazdıkları, bilinç akışının labirentlerinde gezinirken okuyucuyu da bu yolculuğa davet ediyor. İşte bu yolculuğun kapılarını aralıyoruz.

Sayın Selma Özhan yazmak yüzleşmeye davettir. Yazdığınız metinler çocuk kitaplarından, kadınların iç dünyasına dokunan öykülere, daha geniş toplumsal meseleleri ele alan anlatılara kadar geniş bir yelpazede yer alıyor. Yazarken hangi “okur”u ya da hangi “sesi” önceliklendiriyorsunuz?

Yazmak, benim için bir davettir, evet. Ama en çok da kendimle yüzleşmeye bir davet. Yazdığım metinler çocuk kitaplarından, kadınların iç dünyasına dokunan öykülere ve toplumsal konulara kadar uzanıyor. Yazarken hangi “okuru” ya da hangi “sesi” önceliklendirdiğime gelince… Önceliğim kendimle diyalog kurup içimdeki sesi takip etmek. Bazen bir çocuğun masumiyetini, bazen bir kadının kırgınlığını, bazen de bir toplumun çığlığını dinliyorum. En başta kendi gerçeğimi arıyorum. Bu arayışta, benzer deneyimler yaşamış ya da benzer soruları olan insanlara bir köprü kurmayı hedefliyorum. Bu süreç, bana kendimi, çevremdeki insanları ve yaşadığım toplumu daha iyi anlamamı sağlıyor. Her metin, bir yüzleşme anı oluyor ve bu yüzleşmeden yeni bir bilinçle çıkıyorum.

İlk öykü kitabınızdan “Merizat”a uzanan yolculukta yazınız nasıl evrildi sizce? O ilk kırılganlık şimdi hangi şekle büründü?

İlk öykü kitabım, “Ayaz Vurdu Dut Ağacının Dallarına”. Bir yazan olarak edebiyat dünyasına attığım ilk adımdı ve benim için çok heyecan vericiydi. O dönemde dergilerde yayımlanan öykülerim daha çok bireysel gözlemlere ve içsel yolculuklara odaklanıyordu. Evet, daha kırılgandı, çünkü kendi sesimi ve ne anlatmak istediğimi tam olarak keşfetme sürecindeydim. Öyküleri yazarken, kendi çocukluğumdaki bazı anılarla ve ailemin köyden şehre göç hikayesiyle yüzleşmek zorunda kaldım. Bende iz bırakan olayları yeniden kurgulamak, benim için hem duygusal hem de zihinsel olarak oldukça yıpratıcıydı. Ama bu süreç, aynı zamanda bir dönüşümün başlangıcıydı. İlk öykü kitabım, benim için sadece yazma eylemi değil, aynı zamanda sağalma ve beslenme süreciydi.

“Merizat” ise benim için bir kırılma noktası oldu. Artık sadece kendi iç dünyamı değil, o dünyanın dışındaki toplumsal yaraları, geçmişin izlerini ve kolektif acıları da yazıma dahil etmeye başladım. İlk kitabın naif ve fısıldayan sesi, yerini daha sağlam, daha cesur ve haykıran bir sese bırakması gerekiyordu ki bu evrim, aslında kendi yaşam yolculuğumla paralel ilerledi. Bireysel deneyimlerin ötesine geçerek, toplumsal hafızayı ve kolektif bilinci yazımla birleştirmeyi öğrendim. İlk kitabın naifliği, yazmaya devam ettikçe daha derin ve olgun bir anlatıma dönüştü.

Sayın Selma Özhan, kelimelerinizin üç boyutlu olduğu söyleniyor; yatay, dikey, çapraz… Bu dili kurarken bir şeyleri bilerek mi savuruyorsunuz, yoksa akış mı götürüyor sizi?

Sözcüklerimin üç boyutlu olduğu yorumu benim için çok değerli. Bu dili kurarken, aslında bilinçli bir seçimin ve akışın birleştiğini söyleyebilirim. Bir metin yazmaya başladığımda, başlangıçta beni yönlendiren şey çoğunlukla bir akış oluyor. Tıpkı bir nehrin akışı gibi, düşünceler ve sözcükler kendiliğinden, içimden geldiği gibi akıyor. Bu, hikâyenin ve karakterin o anki ruh halini en saf haliyle yakalamamı sağlıyor. Ancak, ilk taslağın ardından bilinçli bir savurma süreci başlıyor. İşte o zaman sözcüklerle oynamaya, onları dikey, yatay ve çapraz katmanlarda yerleştirmeye başlıyorum. Geçmiş, şimdi ve gelecek arasında bağlar kurarak, hikâyeye derinlik ve çok boyutluluk kattıktan sonra her sözcüğün her tümcenin nereye oturduğunu, okurda nasıl bir etki bırakacağını titizlikle düşünüyorum. Yani, ilk akışla kurduğum dünyayı, daha sonra bilinçli tercihlerle inşa ediyorum.

Edebiyatınızın bir ayağı da çocuk dünyasına uzanıyor. “Tombidi ile Benekli” gibi karakterler yazan birinin “Merizat”taki hüzünlü ruh hâline geçişi nasıl olur? Yazarken bir ritüeliniz var mı?

Yazma serüvenime, öğretmenlik mesleğimin getirdiği otuz dört yılın birikimiyle başladım. Çocuklara yönelik eserler kaleme alırken, onların saf ve duru dünyasına girmek benim için doğaldı. Ancak aynı zamanda yetişkinler için yazmak, bambaşka bir uğraştı. Bu uğraş, iki farklı dünyaya açılan kapılar gibiydi. Biri renkli, masum ve düşlerle dolu, diğeriyse gri, karmaşık ve yüzleşmelerle dolu. Çocuklara yazmak, onlara el uzatıp güvenli bir limana davet etmek gibiydi. Yani, sözcüklerimin sorumluluğu daha ağırdı. Çünkü onlara dokunan her sözcüğün geleceğe bir tohum ektiğini biliyordum. Titiz davranmamın asıl nedeni buydu.

Yetişkinlere yazarken sözcüklerimle daha keskin yollara sapıyorum. Susturulmuş sesleri, bastırılmış duyguları ve toplumsal yaraları açığa çıkarmak, yetişkin okurla derin bir bağ kurmamı sağlıyor. İki türde de aynı yazan olsam da kullandığım dil, dokunduğum konular ve sezindirmek istediğim duygular birbirinden çok farklı. Bu farklılık, çocukla yetişkine paralel yazmanın çok katmanlı bir yolculuk olduğunu gösterdi. Bu yazım şekli, aslında torunlarım büyürken kendi yaşam yolculuğumla paralel ilerledi. Metinlerimi onların resimleriyle bütünleştirdim. Bireysel deneyimlerin ötesine geçerek, toplumsal hafızayı ve kolektif bilinci yazımla birleştirmeye çalıştım.

Sayın Selam Özhan “Merizat” kelimesi çok güçlü bir çağrışım taşıyor. Kitap adını seçerken neye dikkat ettiniz, bu sözcük sizin için neyin karşılığıydı?

“Merizat” sözcüğü benim için çok güçlü çağrışım taşıyor. Aslında bu sözcük, İstanbul Kitap Fuarı’nda bir okurumun, “Kitabı ‘Merizat’ adına imzalar mısınız?” demesiyle hayatıma girdi. O sırada öykü dosyam bitmiş, basım aşamasındaydı ve bu ismi hemen not ettim. Anlamının benim düşündüğüm yönde olacağından o kadar emindim ki yine de doğrusuna ulaşmak için taramadığım sözlük kalmadı. Ancak bulduğum anlamların hepsi eril dildeydi. Hayal kırıklığı yaşasam da vazgeçmedim. Öngördüğüm anlamı bulmak için tek seçeneğim internet kalmıştı. Bu sefer teknoloji benden yanaydı. Diyarbakır’da bir annenin kız çocuğuna seslenirken kullandığı ‘merizat’ bir hitap şekliydi ve “kuzum” anlamında kullanılıyordu. Karadeniz ve Azerbaycan’da yeni doğan kız çocuklarına verilen ad olduğunu ve doğan güneşin kızıllığı anlamına geldiği bilgisine de ulaştım. Zaten güneşi kadınlar doğurmuyor muydu, Amin Maalouf’un dediği gibi. Bu bilgiler doğrultusunda tereddütüm kalmadı. “Merizat” hem karakter hem de kitap adı olarak yerini buldu. Bu sözcüğü seçmemin arkasında iki temel neden vardı. Birincisi, anneler ve çocukları arasındaki güçlü bağı simgelemesi. İkincisi bir kadının hem doğuran hem de besleyen bir varlık olarak, bu topraklarda yaşadığı acıları ve umutları ifade etmesiydi. “Merizat,” benim için sadece bir hitap şekli değil; bir annenin şefkatini, bir kadının direncini ve bu coğrafyanın derin acılarını aynı anda içinde barındıran bir sözcüktü.

“Merizat”ta bilinç akışı, kırık zaman, çok katmanlı anlatım gibi biçimsel tercihler dikkat çekiyor. Bu dili kurarken neleri öncelediniz?

“Merizat”ta bilinç akışı, kırık zaman ve çok katmanlı anlatım gibi biçimsel tercihleri kullanırken, en çok gerçeğin karmaşıklığını yansıtmayı önemsedim.

Yaşam, doğrusal ve düzenli bir şekilde ilerlemiyor. Anılar, duygular ve düşünceler birbirine karışıyor, geçmiş şimdiye sızıyor. Kullandığım bu dil, karakterlerin iç dünyasının karmaşık dokusunu okura doğrudan hissettirmek için bir araç oldu. Bu sayede, okurun pasif bir alıcı olmaktan çıkıp karakterlerin zihin yolculuklarına eşlik etmesini istedim. Onların anlık düşüncelerine, hafızalarının parçalı yapısına ve hissettikleri duygusal yoğunluğa tanık olmalarını sağlamaya çalıştım. Yani, sadece bir hikâye anlatmadım, aynı zamanda karakterin üzerinden, onun gözüyle ve zihniyle bir dünyaya bakmaya davet ettim. Bu tercihlerimle metinlerimin sadece okunmasını değil, yaşanmasını ve düşündürmesini sağlamayı amaçladım. Umarım bu amacımı gerçekleştirebilmişimdir.

“Merizat” öykülerinde bir kırılganlık hâkim ama aynı zamanda dirençli bir ton da var. Bu zıtlıklar bilinçli mi kuruluyor? Sizi en çok zorlayan ya da dönüştüren öykü hangisiydi? Neden?

“Merizat”taki öykülerde hem bir kırılganlık hem de dirençli bir ton olması, bilinçli bir tercihimdi. Ancak bu durum biraz da öykülerin kendi akışıyla gerçekleşti. Yaşamın kendisi zıtlıklarla dolu. Acı ve umut, yenilgi ve direniş her zaman iç içe. Bu zıtlıkları yansıtmak, karakterleri ve hikâyeleri daha gerçekçi ve çok katmanlı kılıyor. Kırılganlık, bir yandan yaşanılan zorlukların derinliğini gösterirken, dirençli ton da tüm zorlukların inadına ayakta kalma gücünü, umutları simgeliyor. Bu zıtlıklar olmadan hikâyelerin eksik kalacağını düşünüyorum. Beni en çok zorlayan ve dönüştüren öykü ise tek oturuşta yazdığım, kitaba adını veren, “Merizat” adlı öykü oldu. Bu öykünün çıkış noktası, aylarca izlediğimiz kayıp sekiz yaşındaki bir kız çocuğunun haftalar sonra trajik bir şekilde bulunmasıydı. Aslında olayların hemen ardından bu konuyu içeren bir öykü yazamam. Ama bu öykü, kendiliğinden kaleme döküldüğü gibi, içimden geldiği şekilde bir solukta yazıldı. Bir edebiyat sayfasında yayımlanınca, hiçbir kelimesine dokunmadan, ilk yazıldığı şekilde kitabın son öyküsü olarak yerini aldı. Hani bir öykünün basım öncesi “dinlenme dönemi” olmalı denir ya, bu öykü dinlenmeye vakit bulamadan okuruna ulaştı. Olay henüz unutulma aşamasına gelmeden, okuru dogmatik düşüncenin ve geleneksel aile yapısının yarattığı acımasızlığı bir kez daha düşünmeye sevk etti. Umarım bu düşünceyle yazdığım metin amacına ulaşabilmiştir.

Sayın Selam Özhan Kadınların iç sesiyle dış dünyadaki varoluşları arasındaki çatışmayı sıkça işliyorsunuz. Karakterlerinizde derin bir suskunluk, bazen de öfkeyle karışık bir direnç gözlemleniyor. Bu ses nereden geliyor sizce? Bu sizin için hâlâ güncel bir sancı mı?

Kadınların iç sesiyle dış dünyadaki varoluşları arasındaki çatışma, benim için en temel sorunlardan biri. Karakterlerimde gördüğünüz o derin suskunluk ve öfkeyle karışık direnç, aslında yıllardır dinlediğim ve bizzat tanık olduğum hikayelerden besleniyor. Bu ses, binlerce yıldır söz hakkı elinden alınmış, duyguları bastırılmış kadınların sesi. Onların yaşadığı sessizliğin ve bastırılmışlığın bir yansıması. Kadınların sustuğu her an, duyulmayı bekleyen binlerce hikâyeyi içinde barındırır. Bu sessizlik, bir bastırılmışlığın işareti olduğu kadar, aynı zamanda bir mücadelenin de başlangıcıdır.

“Susmak” eylemi, ne yazık ki benim için hâlâ güncel bir sancı. Kadınların kendilerini ifade etmekte zorlandıkları, konuştuklarında bile anlaşılmadıkları ya da susturulduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bu yüzden, öykülerimdeki her karakterle o iç sesi dışa vurmaya, görünür kılmaya ve bir direniş alanı yaratmaya çalışıyorum. Onların suskunluğu sadece bir çaresizlik değil, aynı zamanda dış dünyanın adaletsizliğine karşı bir duruş, bir direnç biçimidir. Bu dirence ses vermek, benim için hem sanatsal hem de kişisel bir sorumluluk haline gelmiştir.

Eğer “Merizat”taki bir öykü karakteriyle karşılıklı otursaydınız, ona ne sormak isterdiniz?

Eğer “Merizat”taki karakterlerden biriyle, özellikle de o küçük kızın annesiyle karşılaşsaydım, bu kadar büyük bir trajedinin annesiyle konuşmak benim için çok zor olurdu. Ne soracağımı uzunca düşünürdüm. Sanırım ilk olarak, o anki tarifsiz acıdan sıyrılıp sadece onun annelik duygusuna dokunmak isterdim. Ona, “Birlikte geçirdiğiniz sekiz yıl boyunca, o kısacık zamanda, en çok kızınızın neyini bilmek isterdiniz? Hangi anısı aklınızda kaldı?” diye sorardım. Bu soruyla korkunç sonu es geçerek, anne ile kızı arasındaki sevgi bağını anlamaya çalışırdım. Ölümün gölgesini bir kenara bırakıp o küçük kızın yaşadığı anları, neşesini, hayallerini ve en önemlisi annesinin gözündeki varlığını görmek isterdim. Vereceği cevap ne olursa olsun, bu soruyla onun acısını paylaşmaya çalışırdım. Diğer yandan, içimdeki isyancı yanım bana cesaret verebilirse, ona daha sert bir soru sorabilirdim: “Tüm yaşadıklarından sonra, içindeki o küçük kız çocuğu hala yaşıyor mu? Onun hep sekiz yaşında kalmasına neden olan olaydan neden koruyamadınız?” Bu soruyu neden sormak isterdim? Çünkü “Merizat”ın öyküsünde, tüm acılara ve zorluklara karşın bir umut kırıntısı ve yaşam sevinci vardı. O kırılgan ama bir o kadar da güçlü kadının, hayatın sert darbeleri altında nasıl ayakta kaldığını, direncini nasıl koruyabildiğini anlamak isterdim.

Son olarak: Sizin için yazmak, hâlâ sustuklarımızı konuşmak mı, yoksa artık konuşamadıklarımızı gömmek mi?

Benim için yazmak, sustuklarımızı konuşmaktan çok daha fazlası. İçimize attığımız, dillendiremediğimiz hatta kendimize bile itiraf edemediklerimizi gün yüzüne çıkarırken bir çeşit sağaltım ve arınma süreci yaşıyorum sözcüklerle. Yazmak, konuşamadıklarımızı gömmek değil, onlara yeni bir yaşam vermektir. Bastırılmış duygular, unutulmuş anılar ve susturulmuş hikayeler, sözcükler aracılığıyla yeniden var oluyor. Böylece hem kendimi hem de bu dünyadaki benzer deneyimleri yaşayan diğer insanları, ağır yüklerinden kurtarma hissiyle doluyorum. Yazmak, benim için bir mezar kazmak yerine, o gömülerin üzerine rengarenk açan çiçekler ekmek gibi.  Teşekkür ediyorum.

Sayın Selma Özhan Sorularımı içtenlikle yanıtladığınız için teşekkürler.

Nurdan Aladağ

 

 

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler