SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
OKTAY AKBAL’IN “İSTİNYE SULARI” ÜZERİNE
1940’lar öykücüleri arasında yer alan Oktay Akbal, merkezine insanı yerleştirdiği bir hikâye anlayışını benimsemiştir. İnsanın insanla, insanın çevreyle, insanın kâinatla olan ilişkileri onun hikâye konuları arasında yer almıştır. Bu yönüyle onun hikâyesi “Sait Faik öykü geleneğine yaslanmaktadır.”[1] Oktay Akbal, anı, deneme ve öyküyü birleştiren terkipçi bir yazardır. O, öykülerindeki kurgusal yapıyı, daha çok kendi yaşanmışlıklarından yola çıkarak oluşturmuştur. Belleğindeki hatıralar, onun kimi öykülerinin ana izleğini oluşturur. Bu öykülerin bazılarında açıkça bir Abdülhak Şinasi Hisar ile bir Tanpınar edası bulmak mümkündür. Mazinin güzelliklerini terennüm etmek, onların hayaliyle içinde bulunduğu zamanı duyarak yaşamak Oktay Akbal hikâyeciliğinin özellikleri arasındadır. Maziden bahsetmesine rağmen hikâyeleri arkaik değildir. Akbal modern ve yeni öykü tekniklerini kullanmakta zorlanmamış her zaman yeni bir anlatım tarzının peşinde olmuştur. Gözü her daim tramvaylarda, vapurlarda, kavaklarda, eski bayramlarda, Kanlıca yağmurlarında olan Akbal, öykülerinin ilhamını buralardan devşirmiştir. Hikâyelerinde, denemenin kendine özgü havasını da yakalayan Oktay Akbal; öykü-kahramanlarına el altından yaptırdığı açıklamalar ile bir Ahmet Mithat olarak karşımıza çıkar. Aslında böyle yapmakla da okuyucuyu düşündürmek ve onu kendi atmosferi içine çekerek bir şeyler hissettirmek ister. Deneme ile anının müşterek beraberliğinden neşet eden bu öykücükler, okuyucuyu sıkmadan ilerler.
Oktay Akbal’ın öykülerini, “Öykücük” olarak nitelendiren Doğan Hızlan, onları bir “yaşam öyküsü” olarak görür: “Bir gökkuşağı kadar renkli ve göz alıcı gündelik yaşamın kişinin belleğinde, duygu ve düşünce dünyasında bıraktıkları, Akbal’ın kaleminde bize ‘ben’in serüveni olarak” aktarılır. “Anıların zengin dünyasını Akbal kadar etkileyici ve duyarlı anlatan yazarımız çok azdır. O yalnızca bu anıları anı olarak kullanmaz, bugünü etkilediği oranda önem verir. Anılar onun için çağrışımlar zenginliğinin saklandığı hazinedir.”[2] Hikâyelerinde anıları kadar, yaşadığı hayatın sosyal problemlerini de gerçekçi bir gözle aktarmıştır. Toplumsal sıkıntıları bireyler üzerinden görünür kılan Akbal, insan ilişkilerini sade bir Türkçe ile aktararak, herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği hikâyeler yazmıştır. Bu hikâyelerde insanın fiziksel ve ruhsal yönleri bağlı bulundukları sosyal şartlar içinde resmedilmiştir. Kendi yalnızlığı içinde büyük şehirlerdeki kalabalık insan manzaraları, parklarda oturan yaşlı çiftlerin iç dünyaları, sinema salonlarında film yıldızlarıyla özdeşleşen Anadolu gençleri, vardiya değiştiren işçilerin yüzlerine yansıyan yorgunluklar, hamallık yapan insanların yük altında ezilen bedenleri gibi birçok husus Akbal’ın öykülerinde ele aldığı temalardır. Öykülerini şiirle özdeş tutan Akbal “güzel hikâyeleri şiire” benzetir. “Şiirsiz öykü olmaz, öyküsüz şiir de pek yoktur” ifadelerini kullanan Akbal; “her ikisini de ustalıkla birleştiren” hikâyecilerin “daha etkili bir anlatıma kavuştuğunu” belirtir.[3]
Hikâyelerinin genel çerçevesi “Sait Faik” ile “Memduh Şevket Esendal” tarzında olan Oktay Akbal, üslup sahibi lirik bir “anı” öykücüdür. Küçük yaşlarda öğrendiği Fransızca ona Fransız klasiklerini, orijinalinden okuma fırsatı vermiştir. Gide, Duhamel, Griaudoux, Alain, Fourtnier, Sartre, Anoilh bunlar arasındadır. Rus edebiyatına da ilgi duymuş, Çehov’dan Gorki’ye kadar pek çok yazarı okumuştur. Oktay Akbal; Feridun Andaç’ın nitelemesiyle, “Yazarak gören gördükçe da yazan biridir.”[4] Onun öykülerinde insanoğlunu ilgilendiren her şey birkaç sayfayla da olsa küçük bir kurgu sarmalına dönüşebilir. Akbal bir mülakata verdiği cevapta kendi “küçük hikâye”sini şöyle açıklar: “Bir olay, bir insan, bir anı, bir düş, bir gözlem, bir burukluk, bir mutluluk anı… Ne bileyim, insanoğluyla, dünyayla ilgili bir yaşam süresi. Birkaç sayfa içinde, en özlü, en kısa, en etkili, en kalıcı bir biçimde okurlara, yani bizden başkalarına sunmak bunları… Bir günce tutarcasına, bir mektup yazarcasına kendimize, kendimiz sandığımız birine, kendimiz kadar yakın saydığımız kişilere…”[5] Erken yaşlarda kitaplara karşı büyük bir sevgisi olan Oktay Akbal; ilk gerçekçi köy romanını yazan, devlet adamı ve yazar Niğdeli Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın anne tarafından torunudur. Onun yetişmesinde kültürlü bir aile çevresinden aldığı terbiyenin büyük etkisi vardır. Okumaya ve yazmaya karşı ilgisi çocuk denecek yaşlarda başlar. “İlk imzalı yazısı edebiyat öğretmeni Zahir Güvemli tarafından resimlenerek İkdam gazetesinde yayınlanan ‘Ana Katili’ adlı öyküdür. Ancak, daha önce Tahsin Demiray’ın çıkardığı Ateş, İskender, Fikret Sertelli’nin çıkardığı Çocuk Duygusu gibi çocuk dergilerinde de yazıları yayımlanmıştır.”[6]
Oktay Akbal yaşamı boyunca pek çok şeye şahit olmuş bir öykücüdür. Kenar mahallelerde köhne evlerde yaşayan insanların sefaletini gördüğü gibi insanî değerlere lakayt kalan bir zümrenin varlığını müşahede etmiştir. O, böylece hem bu insanları hem de zevk ve eğlence düşkünü insanları öykülerinde inşa etmiştir. Öykülerindeki bu tür sorgulamalar Akbal’ın “insan merkezli” bir bakış açısına sahip olduğunu gösterir. “Kısa ve devrik cümlelerden oluşan duru ve şiirsel bir anlatımla kaleme aldığı öykülerinde kendi anılarından, hayallerinden, gözlemlerinden, duygularından yola çıkarak büyük şehir insanının yaşamını, sıkıntılarını, tedirginliklerini, tutunma çabalarını, kederlerini ve sevinçlerini anlatır”[7] Akbal’ı “klasik” yazarlarımız arasında gören Haluk Öner; bunun sebebini “Metinlerinin yazarını, okurla değil insanla, insani değerlerle bağıntı kuran bir yapıya sahip oluşuna” bağlar. “Yani Akbal’ın metinleri, okurdan önce bütünüyle insan merkezli bir içeriğe sahiptir.”[8]
Hatıralar Sarmalı
Oktay Akbal’ın hatıralar sarmalında İstanbul’un tarihî ve kültürel dokusu önemli bir yer tutar. Gençliğinin geçtiği İkinci Dünya savaşının boğucu havası, onu karamsar hale getirmiştir. Akbal, savaş yıllarının yıkıcılığına karşı geçmişin, daha çok da çocukluğun, hülyalı atmosferine sığınmıştır. Oktay Akbal’ı, “Lekesiz, saf ve aydınlık bir çocuk yüzü…”[9] gibi gören Hilmi Yavuz; bu hülyalı atmosfer içinde onu, kendi şahsî masalını yaşayan biri olarak değerlendirir. Akbal, çoğu hikâyelerini bu masalsı anıların gölgesinde kaleme almıştır. Ahmet Kabaklı’nın yerinde tespitiyle, “Hâlihazırdaki mutsuzluk ile hayâl edilen mutluluk arasındaki gidiş-gelişler onun eserlerinin örgüsünü teşkil eder.”[10] Öykülerinin büyük bir çoğunluğuna bu gidiş-gelişlerden kaynaklanan “ân”lık hatırlayışlar yansır. Oktay Akbal, Behçet Necatigil’in ifade ettiği gibi “hayatın monoton akışını değiştiremeyen, değiştirmek istedikçe gelenekler, görenekler, çevrenin yadırgayış ve ayıplayışlarıyla yine eski çizgilerine dönmeye mecbur kalan insanoğlunun bunalışlarını işleyen bir hikâyecidir.” Onun hikâyelerinde “yaşanırken acı veren olaylar, uzaklaşıp hâtıra olunca tatlı birer rüya haline gelmiştir. Teselli yaşanmakta olanda değil, yaşanmıştadır, çocukluktadır.” Onun sıklıkla çocukluk günlerine dönmek isteyişi, şimdinin insafsız gerçeklerinden sıyrılmak isteyişidir. Geçmiş bu yönüyle Akbal için bir sığınaktır.[11] Oktay Akbal öykülerinin çerçevesini “Çocukluğun simgelediği geçmiş, savaşın simgelediği yaşanmakta olan, düşlerin simgelediği gelecek”[12] belirler. Bu bağlamda Oktay Rıfat’ın; “Anılar kuşlar gibi konacak dal arar” mısraı, “Oktay Akbal Hikâyesi”nin bir bakıma omurgasını oluşturur. Ethem Baran’ın da ifade ettiği gibi Oktay Akbal; “Bir duygudan, pek de önemli olmayan bir anıdan, izlenimden yola çıkan öyküler çağrışımlara dayanarak, başka duygularla harmanlanarak kendi yolunu buluyor, sorgulayarak, bakış açılarını çeşitlendirerek çoğunlukla yeni bir yargıya varıyordu.”[13]
Oktay Akbal’ın hümanist yapısı, varlığa ve eşyaya bakışında kendini oldukça hissettirir. Bu bakışın kazandırdığı geniş açı öykülerde kurgusal bir varlık ya da kahraman olarak ortaya çıkar. Oktay Akbal hikâyeleri, “ben” merkezli “anı-deneme” öykülerini oluşturur. “Oktay Akbal, öyküyü, kurgu tahkiye, olay örgüsü olarak değil, anı parçacıklarının dramatize edilmesi, giderek bir temanın çeşitli görüşlerle doğrulanması olarak algılar. Öykülerinin sonunda mutlaka bir yargıya varır; anlattıklarını, aforizmalara, felsefî bir görüşe dayandırır. Bir duyguyu bir düşünceyi kişisel düşüncelerinin ispatı için gündeme getirir. İşte tam burada öyküler denemeye yaklaşır, deneme ve öykü birbirinin içine girer”[14] Akbal’ın öykülerinde okuyucuyu kavrayan, onu çepeçevre kuşatan bir içtenlik söz konusudur. Bu içtenlik öykünün şiirsel armonisinden kaynaklandığı gibi Akbal’ın deneme türündeki başarısından da kaynaklanmaktadır. “Anı-deneme”, “öykü-şiir-deneme” veya “Öykü-anı-günlük” şeklinde ortaya çıkan öyküler karma bir anlatı” türünün ortaya çıkmasını sağlamıştır. Öyküleri şiirsel dile yakın olan Akbal, lirik edalı öyküleriyle Türk edebiyatına kendi imzasını taşıyan “Akbal Anlatısı”nı kazandırmıştır.[15] Oktay Akbal, o çevreye hep kendinden bir şeyler katarak bakar. İyimser anlayışın egemen olduğu öykülerde merkez mekân İstanbul olmakla birlikte, merkezden çevreye yayılan bir şehir algısı vardır. İstanbul’un tarihî silüeti, öykülerin mekânsal varlığını çerçevelemiştir. Bu mekânsal varlığa eşlik eden iç-monologlar vasıtasıyla anlatıcı kahramanın ruhî portresini ortaya çıkarabiliriz. Anlatıcı-kahraman, İstanbul’u seven ama bunu kendi yalnızlığı bağlamında inşa eden, İstanbul mekânlarını “bir sevda masalı” halinde ortaya koyan bir insandır. Bunun yanında Oktay Akbal’ın öykülerinde isimlerine rastladığımız şair ve yazarlar onun bizzat tanıştığı ve diyalog kurduğu yazar ve şairlerdir. Yahya Kemâl, Ziya Osman Saba, Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi… Özellikle Ziya Osman Saba’nın onun gözünde ayrı bir yeri vardır. “Şair Dostlarım”da bu dostluğun bütün emareleri vardır. Selim İleri bu dostluğu “Bugün varlığına çok ihtiyaç duyduğumuz, gerçek ‘gönül adamı’nın bir vasfı olarak görür.”[16]
İstinye Suları’nda
“İstinye Suları” Oktay Akbal’ın anı-deneme “öykücüğü” diyebileceğimiz izlenimsel bir hikâyesidir. İstanbul aşığı olan anlatıcı-kahraman bir gün öğle saatlerinde, kimsenin olmadığı bir zamanda Sirkeci’den vapura binip, Boğaz iskelelerini gezmeye gider. “Bir süre tek başına olmanın güzelliğini” duyan anlatıcı-kahraman yaşadığı şehrin kalabalıklığından uzaklaşmak ve yalnız kalmak istemektedir. Anlatıcı-kahramanla özdeş olan Oktay Akbal kurgu ile gerçeği “İstinye Suları”nda başarılı bir biçimde buluşturmuştur. Akbal, hikâye kurgusunda kalabalıklardan uzaklaşmak isteyen, bir süreliğine kendi yalnızlığına çekilmek isteyen insanların bir prototipi olarak karşımıza çıkar. Osman Gündüz anlatıcı-kahraman nezdinde Oktay Akbal’ın öykü kahramanlarını realiteden kaçışın birer temsilcisi olarak görür. “Yaşadığı ortamda huzur bulamayan ben konumundaki öykü kişileri sorunlar altında bunaldıkları, yaratıcılıklarının tıkandığı, içlerinde ‘bir yıkılış’ başladığı anda ellerine bir kitap almak ve bir vapura atlayıp bir süre için bulundukları yerden uzaklaşmak isterler.”[17] Hikâye kahramanı entelektüel donanıma sahip kültürlü bir insandır. Şiirden, musikiye, tarihten, sanata kadar pek çok hususta bilgisi vardır. Bunu öykünün kimi duraklarında yaptığı iç konuşmalarda görmekteyiz.
İstanbul’a özellikle de Boğaz’a sevdalı olan anlatıcı-kahraman, hayran kaldığı bu güzellikleri izlenimsel bir yapıyla okuyucuya duyurmak ister. Oktay Akbal göze ve kulağa hitap eden unsurları kendi muhayyilesinde bir terkibe sokarak, onlardan herkesin zevk alabileceği küçük öyküler meydana getirmiştir. “Önce Ekmekler Bozuldu” adlı ilk kitabıyla öykünün temel ögesi sayılan ‘olay’ı gerilere atan, hatta nerdeyse aradan çıkaran, buna karşılık, çevresini benzersiz bir duyarlıkla gözlemleyen bir öznenin söylentileri biçiminde, yaşamın ve dünyanın genellikle üzerinde durulmayan ama en anlamlı ve en belirleyici yanlarını nerdeyse gözle görülür kılan, yalın ve şiirli anlatımıyla yazınımıza sihirli bir hava getirmiştir.”[18] Hâsıl-ı kelâm bu öykülerin tamamında Akbal’ın “gördüklerinin ve duyduklarının” büyük bir etkisi olmuştur.[19] Boğaz güzelliklerinin 1. şahıs ağzından anlatılıyor olması, yazarın güçlü bir gözlem gücüne sahip olduğunu gösterir. Hatta burada bir itirafta bulunarak bu güzelliğe olan hayranlığını da pekiştirmeye çalışmıştır. “Yahya Kemal’i sevmeye başladım yeniden. Bir zamanlar kızıyordum, sinirleniyordum okurken. Düzeyde kalmış duyguların, gözlemlerin, izlenimlerin şairiydi. ‘Kolay’ bir şairdi. Biçim ustalığı da kurtarmıyor bazen. Üstelik sığ söyleyişleri de gözüme batıyordu nedense. Son zamanlarda değişti bu düşüncem. Özellikle Boğaz’la böylesine içli-dışlı yaşadıktan sonra, Boğaz’ı iskele iskele tattıktan sonra… Yahya Kemal bu şiirleriyle kalacak yarına, Boğaziçi’nin en tatlı köşeleri için yazdığı şiirlerle… Boğaz kaldıkça bu şiirler de yaşayacak. Kanlıca’sı, Kandilli’si, İstinye’si hepsi…” Anlatıcı-kahraman ilk başta Yahya Kemal’in Boğaz’ı anlatan şiirlerini beğenmediğini söylüyor, onların sığ olduğu kanaatini taşıyor, fakat bu gezileri esnasında onun yazdığı şiirlerdeki iç derinliğini onların ne kadar zengin manalar taşıdığını fark ediyor. Ve geleceğe kalacak şairler arasında Yahya Kemal’in adını bu şiirlerle anıyor. Oktay Akbal’in, “Yahya Kemal’e Gidelim” isimli bir hikâyesi de vardır. İstanbul sevgisi etrafında oluşturulmuş hikâye, Yahya Kemal’e atıflarla ilerler.
“İstinye körfezinde bu akşam garipliği
Bir mihnetin sonunda teselli kadar iyi.
Hulyâ, serinleşen köyü, her an morartıyor;
Sessiz gelen saat başı sürdükçe artıyor
Durgunlaşıp bir ayna kadar parlıyan suda,
Dünyâ güzel göründü resimleşmiş uykuda.
Binlerce lâle serpili yüzlerce bahçeden
Beş yüz yılın kadehleridir şimdi yükselen.
Eşsiz Boğaz! Şerefli hayâlin derindedir!
Senden kalan o levhada her şey yerindedir.”
Öyküde anlatıcı-kahramanın Boğaz gezileri esnasındaki dikkatini oldukça yoğunlaştırdığını görmekteyiz. Bu dikkat ki ona, “İstinye Koyu”nun mazideki topografyası hakkında da bazı çıkarımlarda bulunmasına imkân sağlıyor. Anlatıcı-kahraman geçmişten hatırladıklarını yaşadığı zamanın şartlarıyla mukayese ederek öykünün muhteviyatını oluşturur. “1929 yazını” hatırlayan anlatıcı-kahraman İstinye Koyu’nun yalılarla dolu olduğunu, gemilerin o zaman küçük olup buraya sığdıklarından bahseder. “Biz o yaz burada oturmuştuk, şu kanepenin durduğu yerde. İki kat tahta bir Rum evi. Pencereden oltamı sarkıtırdım, bir şey yakalayamazdım. Sabahları motor gürültüleriyle uyanırdım.” Anlatıcı-kahraman çocukluğuna, gençliğine yaptığı seyahatle, o mutlu zaman dilimlerini hatırlar. Bunu öykünün içinde belirgin bir biçimde görürüz. “Babam, annem, evimiz…” kelimeleri, onun mutlu zaman dilimlerinin simgeleri olarak öyküye girmiştir. Akabinde bu simgelerin Türk edebiyatındaki temsilcisi diyebileceğimiz, “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi” yazarı Ziya Osman Saba’yla taçlandırmıştır. Saba’nın “Geçen Zaman”da ev aile ve çocukluk özlemlerini dile getiren anı-şiirleri vardır ve bu şiirler, mutlu zaman dilimlerine yolculuk yapmak isteyen anlatıcı-kahramanın zihin dünyasında canlanmıştır. “Saba’nın şiirini mırıldanmanın sırası!” ifadesiyle anlatıcı-kahramanın/Oktay Akbal’ın bu yolculuğa çoktan çıkmış olduğunu görüyoruz. Ziya Osman Saba, “Nasıl Anmazsın” isimli şiirinde çocukluğun mutlu anılarına yolculuk yapar:
“Nasıl anmazsın o çocukluk günlerini!
Dalda bülbülü vardı, gökte beyaz bulutu
Annem vardı, babam vardı.
Bahçemizde, ılık, uzayan günlerdi yaz,
Bir beyaz âlemdi kış.
Artık istemiyorum yaşamayı!
Bir gün ver bana Tanrım,
Tâ çocukluğumdan kalmış…”
“Çocukluk hatıraları ile süslü bir dünyayı bütün eserlerinin ana malzemesi yapan” Oktay Akbal, hemen hemen bütün kahramanlarına -tıpkı burada olduğu gibi- kendi hayatından bazı özellikler eklemiştir.[20] Bu da onun ferdî izlenim, hayal ve ihsaslarına ne kadar önem verdiğinin bir göstergesidir. Her ne kadar “ferdiyetçi” olmakla eleştirilse de öykü yazmanın onun için bir terapi olduğunu söyleyebiliriz. Dönemin bunaltıcı havasından kaçmak isteyen insanların sığındıkları en korunaklı mekânları kendi evleri olmuştur. “İstinye İskelesi”nin koca bir yalının altında olması ve o yalıda Besteci Necip Celâl’in oturması”, “Mahallenin delikanlılarına piyano çalması”, “1930’ların tangolarını dinlemesi”, “Mazi kalbimde bir yaradır”, “Suna’lar, yeni harfler” gibi cümlelerden dönemin zihniyeti ile ilgili bir çıkarımda bulunabiliriz. O da dönemin bazı yeniliklere yavaş yavaş kucak açtığını ve bu yenilikleri de ilk defa anlatıcı-kahramanın şahit olduğunu müşahede etmekteyiz.
Oktay Akbal, öykünün anlatıcı-kahramanını, geçmişten; yaşadığı şu “ân”ın kronolojik takvimine taşıyarak, “Geceyle günün birleştiği şimdi”nin içinde inşa eder. “Yıl 1972. Kendime gelmeliyim, bu ana dönmeliyim. Gerçek olan anlardır.” Öykü kahramanı her ne kadar şimdide yaşamak istese de İstinye sularına baktıkça yine mazinin tatlı hülyalarına dalıp gider. Anlatıcı-kahraman için “1929” yılı özel bir anlama büründürülmüştür. Bu yıllarda o, ilkokula başlamış, yeni harfleri öğrenmiştir. Akbal burada adeta zamana müdahale etmek istemiş, yarından ziyade yaşanılan “ân”larda kalınması gerekliliğini öykü kahramanının vasıtasıyla dile getirmiştir. Öykü kahramanın kendi çocukluk döneminin mutlu “ân”larını hatırladığını düşünürsek, bunun ne kadar normal olduğunu da kavramış oluruz. “Zaman çok ağır yürüyen bir taşıtta geçiyordu sanki. Her şey büyüktü. Kocamandı. Sonsuzdu. Ağırdı. Sanki hep öyle kalacaktım, küçücük.”
Mazinin Öykü/şiir-leşmesi
Öyküde maziye gidiş ve gelişlerin İstinye suları çerçevesinde gerçekleşmesi bu mekânın gözeneklerinden sızan hatıralar balının her “ân” tazeliğinden kaynaklanmaktadır. İstinye Suları anlatıcı-kahraman için sonsuz bir mutluluk kaynağıdır. Bu mutluluk kaynağını Yahya Kemal’in şiirlerine atıf yaparak ortaya koyar. İstinye, Kanlıca, Bebek, Sarıyer, Beykoz, Yeniköy, Tarabya İstanbul’un Boğaza bir dantela gibi işlenmiş beldeleridir. Öyküde geçen “Hülyâ tepeler, hayâl ağaçlar” Yahya Kemal’in “Gece” şiirinden alınmış bir mısradır. Bu şiirin tamamında Boğaz sularının uyandırdığı geniş hülyalı bir atmosfer vardır. Anlatıcı kahramanla aynı sihirli havayı soluyan şiir şöyle başlar: “Kandilli yüzerken uykularda/Mehtâbı sürükledik uykularda//Bir yoldu parıldayan, gümüşten/Gittik… Bahs açmadık dönüşten//Hülyâ tepeler, hayâl ağaçlar…/Durgun suda dinlenen yamaçlar…//Mevsim sonu öyle bir zaman ki/Gâip bir musikiydi sanki//Gitmiş kaybolmuşuz uzakta/Rü’yâ sona ermeden şafakta…”
“İyi yazılmış hikâyelerin hiçbir zaman eskimeyeceğini” belirten Oktay Akbal; şiir ile hikâye arasında kopmaz bağların olduğunu düşünür. Onun öykülerinde sözcükler belli bir şiirselliği oluşturacak şekilde kullanılmıştır. Akbal, öykü-kahramanlarına terennüm ettirdiği kimi mısralar ile bu şiirselliğe farklı bir derinlik kazandırmıştır. “Şiir gibidir güzel hikâyeler. (…) Öykü ile şiir akrabadırlar. Biri olmazsa öbürü yetim kalır. Onun için hikâyeyle şiiri birbiriyle kaynaştırmalıdır. Şiirsiz öykü olmaz, öyküsüz şiir de pek yoktur. Bu ikisini birleştirenlerin yazdıkları daha etkilidir. Bu da benim hikâyede şiir arayışım işte…”[21] Anlatıcı-kahraman, Boğaz’ın sularına bir akşam vakti düşen ışıkların oynaşmalarına Yesari Asım’ın bir güftesiyle karşılık verir. Oktay Akbal, anlatıcı-kahramanın yaşadığı mutlu zaman dilimlerine okuyucuyu da dâhil ederek müşterek bir heyecan yakalamaya çalışmıştır. “Oktay Akbal’ın bir anlatı sanatçısı olarak belirgin bir özelliğinin olaya değil atmosfere öncelik vermek olduğu.”[22] bu bölümde rahatlıkla görmekteyiz. “Büyülü dünyasına girdiğimiz bir anlatının uyandırdığı duygunun, algının söz ve ses dayalı olması, bizi içine aldığı, kavradığı ve kuşattığı dairenin kendine aitliğiyle bir dünya oluşturur.”[23]
“İstinye Suları” anıların diliyle yazılmış “mazi” ile “şimdi” arasında gidiş-gelişleri olan bir deneme-öyküdür. Anlatıcı-kahraman, mazi sandığından çıkardığı kimi mutlu anıları, “şimdi”nin içinde tekrar inşa ederek, onlarla bir bilinç sağaltımına girer. “Önce Ekmekler Bozuldu” adlı ilk kitabıyla öykünün temel ögesi sayılan ‘olay’ı gerilere atan, hatta nerdeyse aradan çıkaran, buna karşılık, çevresini benzersiz bir duyarlıkla gözlemleyen bir öznenin söylentileri biçiminde, yaşamın ve dünyanın genellikle üzerinde durulmayan ama en anlamlı ve en belirleyici yanlarını nerdeyse gözle görülür kılan, yalın ve şiirli anlatımıyla yazınımıza sihirli bir hava getirmiştir.”[24] Oktay Akbal, kendine ait bu hava ile öyküde dıştan içe, somuttan soyuta giden bir anlatım tekniğiyle bilinçaltının görünmeyenlerini açığa çıkarmaya çalışmıştır. Öyküsünde “anılardan” aldığı bir enerjiyle “umuda”, “sevgiye”, “yarına” ve “sonsuzluğa” doğru akıp giden bir seyir hissedilir. “İstinye Suları”, İstanbul’da doğup-büyümüş ve orada şekillenmiş olan Oktay Akbal’ın; kişisel izlenimleriyle zenginleştirilmiş bir anı-öyküsüdür.
Kibar Ayaydın
kaynakça
[1]-Cumhur Aslan;” Muhafazakârlık-Modernlik Geriliminde Oktay Akbal Öykücülüğü”. Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 2010, 12(29), ss.117-133. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/32961. (erişim tarihi: 13/05/2024).
[2]-Doğan Hızlan; Kitaplar Kitabı, YKY, İstanbul 1996, s.40.
[3] -Oktay Akbal; “Öykü Gibi”, Cumhuriyet Gazetesi(16 Mart 2014). https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/oktay-akbal/oyku-gibi-51021. (erişim tarihi:01/09/2020).
[4]-Feridun Andaç; Varlık Dergisi, Ekim 2015, Sayı:1297, s.14.
[5]-Etem Çalık; Edebî Mülâkatlar, Ötüken Yayınları, İstanbul 1993, s.64.
[6]-İsmail Özmel; Niğdeli Şair ve Yazarlar, Niğde Valiliği İl Özel İdaresi Yayınları, İlaveli 2.baskı, Niğde 2009, s.953.
[7] -Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, editör: Murat Yalçın, YKY, İstanbul 2001, cilt:I, s.45.
[8]-Haluk Öner; “Edebiyatımız Serin ve Koyu Gölgesi:Oktay Akbal”, Varlık Dergisi, Ekim 2015, Sayı:1297, s.14.
[9]-Hilmi Yavuz; Yüzler ve İzler, Aşina Kitaplar, Ankara 2006, s.46.
[10]-Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, TEV Yayınları, cilt:5, İstanbul 1994, s.140.
[11]-Behçet Necatigil; Oktay Akbal Üzerine”, Düzyazılar II, YKY, 2.baskı, İstanbul 2006, s.237,238.
[12]-Şükran Kurdakul; Çağdaş Türk Edebiyatı, Bilgi Yayınevi, cilt:4,genişletilmiş 2.baskı, Ankara 1992, s.156.
[13]-Ethem Baran; “Oktay Akbal Öldü Yaşasın Edebiyat”, Kitap Zamanı, Sayı:116, 7 Eylül 2015, s.4.
[14]-Necip Tosun; Öykümüzün Kırk Kapısı, Hece Yayınları, Ankara 2013, s.152.
[15] -Yaşar Miraç; “Oktay Akbal: Önce Şair Sonra Yazar ya da Edebiyatımızın Gizli Şairi”, ,Sözcükler Dergisi, Kasım-Aralık 2015, Sayı: 6.ss.59-62.
[16]–Selim İleri; İstanbul’un Tramvayları Dan Dan, Everest Yayınları, 2. baskı, İstanbul 2014, s.128.
[17]-Osman Gündüz; Düş ile Gerçek Arasında Oktay Akbal’ın Öykücülüğü, Akçağ Yayınları, Ankara 2003, s.126.
[18] -Tahsin Yücel; Yüz ve Söz, YKY, 3. baskı, İstanbul 2019.
[19]– Öztürk Emiroğlu; Hisarda Kültür ve Sanat Konuşmaları, Akçağ Yayınları, 2. baskı, Ankara 2013 s65.
[20]-Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, komisyon, Dergâh Yayınları, Cilt:1, İstanbul 1977, s.86.
[21]-Oktay Akbal; “Öykü Gibi”, 16 Mart 2014 Pazar Cumhuriyet.
[22]-Ahmet Oktay; “Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı”, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993, s.263.
[23]-Ali Haydar Haksal; Öykü Ağacı, İz Yayıncılık, İstanbul 2013, s.10.
[24] -Tahsin Yücel; Yüz ve Söz, YKY, 3. baskı, İstanbul 2019.