BAYKUŞ Gece çökmüştü. Az önce okuduğu mitolojik hikâyenin etkisindeydi. Bir yandan da kızın saçları aklını karıştırıyordu. Aslında yeni tanışıyorlardı. Ama güzelliğinden çok etkilenmişti. Karşıya...
GÖRÜLMEYEN
Trene bindiğimden beri düşünüyorum. Beni düşündüren beynimdekilerin ağırlığı mı, yoksa yolun büyüsü mü? Çocukluğumdan beri ne zaman yola çıksam, beynim sanki ağzımdan fışkırmak ister. Bense etrafımdaki insanlar rahatsız olmasın diye ağzıma bir fermuar çekerim. Gördüğüm her nesne bana başka bir masal anlatır. Mesela önümdeki koltukta oturan adamın yasının kokusu burnumu yakıyor. Tam karşımda, annesinin kucağında her şeyden habersiz gibi görünen bebeğin doğum travması, bir film şeridi gibi gözümün önünde canlanıyor. Yalnızca canlanmakla kalmıyor; acıtıyor, kanatıyor. Bilet kesen görevlinin sigarayı nasıl içtiğini gördüğümde, eşiyle sabah ettiği büyük kavgayı hemen anlıyorum. Çünkü adam susarak bağırıyor. Bazı acılar çok sigara kokar, rengi de koyu olur genelde yasın. Yaşamış olan ta uzaktan tanıyor acıyı. Acıtanı da. Dilde farklıdır da kalpte aynıdır acı. “Acıyor mu?” diye sorar ya anneler. Büyüyünce çakılsak da yere acımaz olur dizler. Çünkü öpünce geçmeyen kalp acısını tatmıştır bedenler. Kendime yarattığım bu soyut dünyada, kalbimde bir acı mıknatısı var gibi. Tren ilerleyip yollar hızla arkada kalınca, sanki yeni bir can kurtuluyor bir kanlı savaştan. Her istasyonda başka bir kötü, kılıcını atıp Tanrı’dan af diliyor. Daha kötü olanlar ise savaşına devam ediyor.
Hayatı, var olan her duygusuyla sevmeme rağmen artık bir sonraki hayatım için heyecanlanmaya başladığım günlerdeyim. Hayır, bu yol bir vazgeçiş yolculuğu değil; bu bir arayış yolculuğu. Her giden, dönemedi belki memleketi bildiği topraklara. Bazıları kurşuna dizilerek barut kokularıyla, bazıları da bombaların arasında dumanda kaybolduğuna sevinerek hüzünlü gözlerle istemeden çıktı yola.
Geriye dönüp baktığımda, en büyük sorunumun “görülmemek” olduğunu söyleyebilirim. Belki de bu nedenle şimdi tüm acıları sahipleniyorum. Bunun nasıl başladığını soracak olursanız, ilk olarak annemden. Aşkın yasak olduğu Doğu köylerinde, annem hamile olduğunu öğrenince kardeşi tarafından bir ormana götürülmüş ve öldürülmek istenmiş. Ancak dayım anneme kıyamamış ve onun kaçmasına izin vermiş. Annem, göç ettiği Almanya’dan dedem ölene kadar tek bir mektup bile yazmadı. Önceleri ölüm korkusundan daha sonraları ise nedenini anlamadığım bir şekilde görmezden geldi beni. Babamın kim olduğunu bugün bile bilmiyorum. Dayımın tahminine göre, annem savaştan kaçan bir Ezidi gencine âşık olmuştu.
Oturduğum yerden geçmişe bakıyorum da, kırk yıl geçmesine rağmen hâlâ ağlamamak için yutkunuyor ve titriyorum. Çocukluğumda da böyle olurdu; dedem, annem yüzünden bana küfür ettiğinde aynaya bakıp, “Ağlamayacaksın sen” diye kendi kendime uyarılarda bulunurdum. Gözlerimde büyük bir nefret belirirdi ancak bu nefret yalnızca anneme değil; daha çok alacaklı olduğum dünyayaydı. Yıllarca gözümden akmayan gözyaşlarım, kalbimi kara bir katrana çevirmeye yetti. Sonraları kararmış kalbim, beklentisiz benliğim ve akıtmadığım gözyaşlarıyla karanlık odalarda başlayan bir ergenlik yolculuğuna çıktım. Hatırladığım dört ya da daha fazla intihar denemesiyle, toplumun gözünde de artık görünmez hâle gelmiştim. Kendilerince haklıydılar belki de, hayal ettikleri gibi bir birey olamamıştım. Beni görmeyen ailem ve çevremdekiler, acı çeken çaresiz bir çocuk olduğumu da görmedi. Onları suçlamıyorum; bunun bir yararının olmadığını geçen yıllar çoktan öğretti. Görülmemek! “Sen sus, daha çocuksun” gibi cümlelerle başlayıp, “Sen kız çocuğusun, bunlar sana yakışmıyor” sözleriyle devam etti. Görülmemek, yeterince sevilmemek, yok sayılmak, küçük kalbimi paramparça etmeye fazlasıyla yetti.
Başaramadığım ölümü, yaşarken başarmayı hayatımın hedefi hâline getirdim. Ve sonunda başarmıştım: Yirmili yaşlarımın başında, hayatın tüm kötülüklerini deneyimleyerek bir cesede dönüşmüştüm. Yaşananların detaylarını anlatmak ya da hatırlamak, şu an en son isteyeceğim şey. Görülmemek yalnızca ailemle de sınırlı kalmadı. Gittiğim okullardaki, benden daha iyi sevilmiş, benden daha varlıklı arkadaşlarım tarafından da görülmedim. Onların beni görmesi için, onlar gibi olmak zorunda kaldım; onların güldüklerine gülmek, onların içtiklerini içmek, hatta onların giydiklerini giymek. Tüm bu saçmalıklarla lise hayatımı geride bıraktım. Bir ceset olarak, şans eseri herkesin güzel kıyafetlerle geldiği okulumuza, uykudan uyanıp pijamayla zor yetişiyordum. Hayat, acılarımı dindirmek yerine katlamayı tercih etmişti. Belki de tüm suçlu hayat değildi. Belki de içimdeki karanlık, aydınlığa çıkmama izin vermiyordu. Acılarım uykularımı kaçırıyor, kaybedenlerin kaybettiğinden daha çok kaybetmişim gibi hissettiriyordu. Geçmeyen kesi izleriyle dolu bedenim ve yeterince inanamayan ruhum bunun sonucuydu. Acılarla ve acımakla ilgili şiirler yazmışlığım bile var. Hep kendime acıyarak ve acıyla geçirdim yıllarımı. Başka bir duygunun nasıl yaşandığını tecrübe edecek kadar bile tadamadım. Kırk yıllık hayatımda yazıya dökemeyeceğim kadar çok çirkinlikle karşılaştım. Zaman içinde yalnızca bir ceset olduğumu değil, insan olduğumu da unuttum. Görüldüğüm günler de oldu; öyle ki, görülmek istemediğim için saçlarımı kazıttım. Geçen yıllar bedenimde çok şey değiştirmişti ama ruhum hâlâ annemin karnından çıktığı ilk günden beri tüm acıları mıknatıs gibi toplayıp birbiriyle çarpıyor, katlayıp çoğaltıyordu. Ölmek artık aklıma bile gelmiyordu çünkü zaten yaşamadığımı çok iyi biliyordum. Ve aklıma bile gelmeyen başıma geldi: Âşık oldum.
Ruhumdaki pasın o anda kalktığını, kalbimin beyazladığını ve yaşamak için bir umudum olduğunu hissettim. Âşık olduğum adama sarıldığımda, dünyanın hiç de fena bir yer olmadığını düşündüm. Yıllar önce içimde sönen tüm ışıkların yeniden yandığını hissettim. Gözüme her yer daha yeşil, her şey daha canlı görünüyordu. Kıyamet kopsa derin bir nefes alıp Tanrı’ya “Kopmasın!” diye yalvarabilirdim. Nasıl bu kadar emin olduğumu açıklamak zor ama biliyordum. Doğduğum günden beri yalnız olan ruhum sonunda bir başka bedenle yeniden nefes almaya başlamıştı. Hayal bile edemediğim bir altı ay geçirdim. Beraber bir yola çıkmaya karar vermiştik. İnsanî yardım kamplarına gidip elimizden gelen ne varsa yapacaktık. Ancak yola çıkacağımız gün, bir telefonla dünyam yeniden karardı. Onun canını alan o sarhoş tır şoförü, beni de yeniden bir cesede dönüştürdü. Sonra yola çıktım.
Aylardır yoldayım. Yol bana iyi geldi. Anlamaya başladım. Şimdi bu tren yolculuğumda, annemi, babamı, dedemi, dayımı, hatta o katil şoförü bile anlıyorum. Memleketinden kaçmak zorunda bırakılanları, başka bir yere göçmek zorunda kalanları, kendinden kaçmayı isteyenleri. En çok da kuşları anlıyorum.
Hayatımı karartan yollar ve yolculuklar olsa da yolları hızla geride bırakan bu trende, yeni yolum ilerledikçe aydınlanıyor. İstasyona yaklaştığımızı bildiren anons, beni ilk defa ışıklı, yeni bir yola davet ediyor ve nerede olduğumu bile bilmediğim bu yeni dünyaya ilk adımımı atıyorum.
Ayşenur Aysel