SANA BAKMAKTAN GELİYORUM Hasretin mayalanıyor ülke uzunluğunda Yandım da tütüyorum adresin benden öte Uzak bir bakış birinden ötekine Coştu yine içimdeki gümüş yeleli...
SEMT PAZARI
Semtimizin pazarı eve biraz uzak. O kadar yolu yürü, erzakları yüklen taşı; doğrusu üşeniyorum. Uzun zamandır gitmemiştim ama bir gün içimden pazara gitmek geldi. “Biraz taze sebze alayım, haftaya sağlıklı başlayayım,” dedim kendi kendime. Hemen pazar çantasını kaptım, içimde bir motivasyon, bir kararlılık. Ama o da ne, semt pazarına değil, sanki bir stand-up gösterisine gelmiş gibiydim! Pazarcılar âdeta dünyanın en profesyonel satranç oyuncuları gibi, her hamleme karşı bir espriyle cevap veriyorlar.
İlk olarak domateslerin başında durdum. Gerçekten harika görünüyorlar. Tam birini tartmak için elime aldım ki, satıcı seslendi:
“Hop abla! O domates değil, sanat eseri! Dikkat et, elleme! Yoksa fiyatı iki katına çıkar!”
Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Şaka mı yapıyor, ciddi mi anlayamıyorum. Yüzümde bir tebessümle karşılık verdim:
“Tamam, o zaman bana sanat eserlerinden yarım kilo ver!”
Satıcı bu cevabı duyunca gülümsedi, tartıya geçti.
Domatesleri tartarken yan tezgâhtan bir başka ses yükseldi: “Abla, soğansız yemek olur mu hiç? Soğan almadan olmaz!”
Şöyle bir baktım, soğanlar da gayet güzel görünüyor. Satıcı sanki soğanların sıradan bir sebze olmadığını kanıtlamaya çalışıyormuş gibi,
“Soğan hayat gibidir abla! Kat kat soyarsın, gözlerin dolar ama sonunda lezzetlidir!” dedi, bir yandan da bana hayat dersi veriyor. Bir de, “Bir kadını ağlattıktan sonra kendini ateşe atan tek varlık soğandır, ablacığım! Almadan gitme,” diye ekledi.
Dayanamayıp soğandan da aldım.
“Peki,” dedim, “Bu kadar ders yeter, biraz da patates alayım.”
Patatesleri tarttırırken bir başka pazarcı devreye girdi: “Abla, bu patatesler Fransa’dan ithal. Fransa’dan patates gelmiş, sen hâlâ kahvaltıya domates-soğan koyuyorsun be ablam.”
Bu sözler beni bir an düşündürdü. Yanlış mı yaşıyorum acaba? Fransız patatesleri elime alınca sanki bir sınıf atlamışım gibi hissettim. Hemen kendimi toparladım, patateslerimi aldım.
Elimde poşetlerle ilerliyordum ki, köşeden bir biberci seslendi:
“Ablaaa, biber almaz mısın? Bak bu biberler öyle acı ki, bir ısırık al, bütün dertlerini unutturur!”
Şaşkınlıkla sordum: “Dertleri unutturacak kadar acı mı?”
“Tabii abla, öyle böyle değil! Yediğin anda sadece biberi düşünürsün ne kredi borcu ne komşu dedikodusu ne de kaynana dırdırı kalır!” dedi.
Gülerek karşılık verdim: “Tamam, tamam! Ver iki tane, test edelim,” dedim ve biberleri de aldım. Hayat kadar acı olan bu biberler, bakalım neler unutturacak!
Pazarın sonuna gelmiştim ki, bir tezgâh daha dikkatimi çekti. Portakallar yığılmış, göz alıyor. Satıcı, tezgâhın arkasından bana seslendi:
“Abla, bu portakallar bildiğin vitamin deposu! Ama öyle sıradan vitamin değil, bu portakalları yersen sabahları enerji dolarsın! Yemin ederim kahve içmeye gerek kalmaz.”
Bu kadar övülen portakallardan da almadan edemedim. Kahvaltıda bir değişiklik yaparım, diye düşündüm. Hem o kadar vitamin depolayacaksam, buzdolabımda yer açmam lazım, değil mi?
Eve geldim, poşetleri açtım. Bir bakıyorum: Bir dünya sebze… ama hiç yeşillik yok! Marul almayı unutmuşum. Sağlıklı bir haftaya başlayacaktım ama elimde bir sürü yemeklik oldu. İnsan pazarda kaybolurmuş meğer! Pazarcılarla sohbet ede ede, pazarı resmen yarı yarıya boşaltmışım. Şimdi bu kadar domatesle ne yapacağım diye düşünürken, komik bir şekilde ‘domates çorbası haftası’ ilan etmeye karar verdim. Sanat eseri oldukları için birkaçını müzayedeye bile ayırmayı düşündüm.
İşte böyle… Bazen insan pazara sadece alışveriş için gitmiyor, hayattan küçük dersler alıp bolca gülümsemeyle geri dönüyor. Haftalık alışverişim her biri ayrı bir hikâye, ayrı bir komedi oldu. Neyse en azından bu hafta sebzelerle dost oldum. Bir dahaki sefere belki de marul satan bir filozofla karşılaşırım, kim bilir?
Zeynep Şen İlçin