SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Ocak ayındayız hava soğuk ve yağışlı. Günlerden pazartesi işe gitmem gereken güzel bir gün. Evet yanlış anlamadınız pazartesi benim için güzel bir gün. Hatta havanın kapalı ve yağışlı olması da bulunmaz nimet. Böyle bir hava yazdım ilk şiirimi. bir otobüs durağında beklerken onu gördüğümde düştü aklıma şu cümleler. Bilmem kıskanır mı denizler mavi gözlerini. Geceden daha güzel saçların. ve her şey bir şiirde saklı kaldı öyle. Ben söyleyemedim. O da hiç bilmedi. Bir korkuluğun gölgesi üstümde.
İşe her gün saatinden önce giden, akşam olunca tam saatinde iş yerinden ayrılan ben. Hatta bu alışkanlığım yüzünden alay konusu olan ben. Yaptığımın doğru olduğunu düşünüyorum ama arkadaşlarım insan bazen rapor alır yada bir işi çıkar işe geç kalır gibi sözler söylüyorlar. Olsun. Onlar ne yazık ki ellerinde olan nimetin farkında değiller. Bu işte çalışmak için verdiğim emekler neyse artık hepsi geride kaldı.
Aslında akşam geçte yatmadım saatimi kurdum nasıl yaptıysam çalan saati durdurup tekrar uykuya dalınca işe hızlı adımlarla gitmek zorunda kaldım. Bilmiyorum ne kadar geç kalmışım zaten şef de sormadı neden geç kaldın diye. Belki de arkadaşlarım geç kaldığım için mutlu olmuşlardır. İşe geç kalmak o kadar da kötü bir şey değilmiş hayatta daha kötü olaylar da oluyormuş bunu bugün anladım.
Çalışma atölyemize giden yolun kenarında morg varmış hiç farkında değildim. Bunun için kendime kızmalı mıyım? Belki. Her sabah olduğu gibi acil servisten hastaneye giriş yaptım. Sağ taraftaki güvenlik görevlisi oturduğu koltukta uyukluyordu. Dışarıdan gelen soğuk hava bile onu etkilemedi. Akşam saatlerinde sıkış tıkış olan acil servis sabah en güzel zamanını yaşıyor sessiz ve sakin. Atölyeye doğru yürüyorum otomatik kapılar bir bir açılıyor. Dışarıdan gelen soğuk sert rüzgâr yüzümü yalayıp içeri gidiyor. Alt kattaki okuyucuya kartımı okuttuktan sonra otomatik kapıdan geçip atölyeye gidip çay içeceğim. Yaklaşınca kapı açılıyor.
Arkamdan bir ses:
-Emre!
Beni çağırıyor. Hastanenin gassalı… Öyle samimiyetim pek yok bu adamla ama birkaç kez çay içmişliğimiz var:
-Buyur hocam.
-Gel şu tabutun bir kenarından tut.
Duymamış gibi yapıp gitmek istiyorum. Ama niyetimi anlamış olacak ki bir daha sesleniyor:
-Emre hadi gel şu tabutu araca koyalım.
Mecburen gidiyorum. Tabut taşımak zor işmiş onu anlıyorum. Dünyanın en ağır yükünün altına giriyor insan. Neyse ki mesafe kısa. Ve çabucak tabutu araca koyuyoruz. Elinde sarı renkli kız şapkası, yine şal ve o mont bunlar bana yoksa tanıdık mı geldi, eveeet şimdi hatırladım!! Her sabah işe giderken kaldırımda bekleyen kızın elbiseleri…
Yusuf Yılmaz