SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Geçmiş üzerine yapışmış, elinde avucunda son kalanlarda yanına iliştirilmişti. Bir sığıntı gibi.
Adımları hiç istemediği şeyleri yapmaya zorluyordu genç adamı. Gurur, ruhundan sıyrılmış, uzak diyarlara göç etmişti. Gerçek ise bedeni ile birlikteydi. Doğru ya da yanlış ikileminden sıyrılmış, sadece aidiyet duygusuyla cebelleşiyordu. Fakat çoktan mağluptu. Beyazdan griye dönmüş tişörtü, pantolonu ve valizi ile kaldırımı evi bellemişti. Bir gecede kaç mevsim geçirmişti hatırlamıyordu. Gündüzle gece arasındaki durakları saymamıştı. Zaman bildiğinin tersine akıyordu.
Bakışları tek bir pencereye kilitliydi fakat o pencere açılmıyordu.
Kendi sorularını kendi cevaplıyordu.
“Camı açar mı?” “Neden açsın ki” “Bir kere baksa belki affeder mi?” “Yüzünü şeytan görsün”
Peki neden bekliyordu? Bilmiyordu. Umut, belinden kıskıvrak yakalamıştı. Bırakmak istemiyordu.
İçinden bir ses aralanmayan perdenin ardında bir çift gözün durduğunu söylüyordu.
“Ahh bir baksa” diye mırıldanırken yağmur damlaları ikinci kez düşmeye başlamıştı. Üstünde ilk yağmurla ıslanıp kuruyan kıyafetleri, bıraktığı neme aldırmadan tekrar ıslanmaya mahkûmdu. Yarım saate kalmadan daha da hızlanan yağmur genç adamı sırılsıklam etmişti. Perdenin kıpırdanmasıyla birlikte istemsiz bir gülümseme yayan dudakları, apartman kapısının açılması ile heyecan iklimine aralandı.
Küçük bir kedi yavrusu kapı önündeki çöplerin arasına dalarak torbaları deşmeye başladı. Genç adam, açık kapıdan içeri süzülmek ve af dilemek için neler vermezdi ki! Bir gözü perdede, bir gözü kapıda idi.
İkinci kez aralanan apartman kapısında bu sefer dört yaşlarında bir erkek çocuğu belirdi. Sarışın, mavi gözlüydü.
Hayalleri pusu kurmuşçasına öteleniyordu. Kapı önünde oyalanan çocuk birini bekler gibiydi. Apartmanın demir kapısı gıcırdayan bir sesle bir kez daha aralanınca, genç adam hareketsiz kaldı bir anda. Planlar ve hayaller bir bir bozuldu. Af dilemek yersizdi.
Üzerine dikilen bakışlardaki gizli lisanı çözmüştü. “Her şey için çok geç artık” diyordu.
Ruhunun boşaldığını hisseder hissetmez oracığa yığılmamak için kendini zor tuttu. Mavi gözlü sarışın çocuk, anne ve babasının elinden tutarak uzaklaştı.
Dilini mesken tutmuş keşkeler yine galipti.
Arka sıralara düşmüş olan yorgun ruhu kendini bir başınalığa teslim etmişti. Hâlbuki haykıracak, itiraf edecek ne çok cümle barındırmıştı dilinin altında.
Ertelemek gidişata aykırıydı.
Olmuşla ölmüşe çare yoktu.
Yağmur sonrası açan güneşin sıcaklığına emanet etti ıslanmış giysilerini. Güneş doğmuştu fakat ruhu geceden kurtulamıyordu.
Kaldırım kenarındaki çöp bidonunu eşeleyen ısrarcı kediye takıldı isyankâr gözleri. Ne farkı vardı ki ondan! Biri insan, diğeri de hayvan. Kimsesiz ve sığınmacı halleriyle ortak bir hikâyenin iki farklı paydasıydılar.
Kediyi uzun uzun seyrettikten sonra, yanına giderek kucağına aldı. Kedileri sevmezdi fakat aynı durumdaydılar ve elini uzatması lazımdı. İnsan denilen varlığın bir farkı olmalıydı.
Yitip giden duyguların yanına inşa etmeliydi gidenleri. Geri getiremedikleri ise kocaman bir hayaldi.
Başı okşandıkça iyice gevşeyen ve tüm ağırlığını bırakan küçük kedi sevilmek istiyordu. El teması her varlığı rahatlatıyordu. Genç adam, kollarıyla iyice sarmaladıktan sonra evinin yolunu tuttu. Kaybettikleri uzak düşmüştü. Fakat yeni bir dost kollarının arasındaydı.
Gülümseyen gözlerle evinin kapısını açtı. İçeriye girdi. Tekrar kapadığında ise yeni bir hikâye yazılacaktı. Kendine ve geri kalan hayata dair.
Hayatın sürprizi burada gizliydi.
Ebru Zeynep DİŞİAÇIK