KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Bu yazı hiç dinlenmeden, koşuşturmakla geçirdik desem mübalağa etmiş sayılmam. Küçük gelinin doğumu, büyük torunun mezuniyeti, Sarper’imin sünneti, Berra’mın okuma bayramı ve sevgili kayınvalideciğimin ameliyatı, bakımı derken bir de baktık ki eylül ayının ilk haftasına gelivermişiz. Yorulmuşuz hepimiz de. Ama biz yaşlılara bu kadar telaş fazla geldi açıkçası. Büyük şehrin hengâmesi içinde boğulurken yarım sene içinde olup bitenlerin yorgunluğunu ne yapsak geçiremeyecek gibiydik.
Geçen sene, müvekkilinin hacizli yazlığını kelepir fiyata satacağını duyan küçük kızım Oya almamız için ısrarcı olmuştu. Bu yaştan sonra ne yapacaktık yazlığı? Kolay mıydı dubleks evin temizliği, bakımı? Bahçesinde yüzme havuzu varmış, göl manzaralıymış, dağ havası alırmışız. İstanbul’a bir saat uzaklıktaymış. Akşam gelip sabah erkenden işlerine giderlermiş. Kendi yazlıkları uzakmış, kısa tatillerde kaçıverirlermiş. Kışında kayak yaparlarmış…
Bizim evimizde adalar manzaralı, püfür püfür rüzgârlı, bakla oda, nohut sofa. Üç kişiye yeterde artar bile dedim, demesine de… Velhasıl kelam bir şartla rıza gösterdik. Evin ne içine ne bahçesine ne de havuzuna karışırız. Evi almak bizden, oturulacak hâle getirmek sizden deyip kestik, attık…
Sırtını Kartepe’ye yaslamış, yüzünü Sapanca Gölü’nün muhteşem manzarasına çevirmiş bu yazlık siteler, birbirinin manzarasını kapatmayacak şekilde yapılmıştı. Yukarıdaki tepelerden çam, kayın ve ıhlamur ağaçlarının baş döndüren rayihaları evlerin içine doluyordu. Gidip görmeseydim çocukların abarttığını düşünecektim ama dedikleri kadar varmış. Evi almış olduk böylelikle…
Güya bu sene mayıs ayının ortalarına doğru gideriz diye plan yapmıştık ama evdeki hesap şaşınca kısmet sonbaharaymış diyerek hazırlıklara başladık. Çocukların anlattığına göre buzdolabı bile doluymuş. Küçük bir çanta hazırlamamız yeterliymiş. Kayınvalideciğim henüz nekahat döneminde olduğu için arabanın arka koltukları üzerine yanlamasına yatırdık. Güle oynaya çıktığımız yol bizi çarçabuk evimize ulaştırdı. Bakımlı bir bahçe, durgun mavi-yeşil su dolu havuz, panoramik göl manzarası, özenle döşenmiş odaları görünce iyi bir karar verdiğimiz için şükrettik Yaratan’a… En çokta ısrarcı olan çocuklarımıza…
Yazlıkçıların çoğu ayrılmıştı siteden ama yaz mevsiminin son sıcaklığından yararlanmak isteyen biz yaşlılar için huzur ve dinginliğin hüküm sürdüğü bu belde biçilmiş kaftandı. Havuz başında kahvaltı, verandada göle karşı içilen beş çayı, çevre köylülerin getirdiği taze kekik kokulu süt, dalından yeni koparılmış sebze ve meyveler şehir hayatının bizden esirgediği güzelliklerden birkaçıydı. Spor giysiler içinde yaptığımız sabah yürüyüşleri bir ömre bedeldi. Yaşamak buydu işte!
Telefonun aralıksız çalan sesini duyar duymaz merdivenleri kucaklayarak çıktım verandaya. Yaşasın! Çocuklar toplaşıp geliyormuş hafta sonu. Kendinizi yormayın, biz hazır bir şeyler getiririz dedilerse de ben hazırlıklara başlamıştım bile. Kimi zeytinyağlı isterdi, kimi de parça etli. Oya’m kıymalı, Aleyna’m ıspanaklı, Berrak’ım da patatesli börek severdi. Sütçümüz Derviş’e; tavuklarından iki tanesini kesip hazırlamasını, tereyağı, kaymak, taze peynir, kese yoğurdu, yeşillik getirmesini rica ettim. Diğer malzemeleri site görevlisi Yakup’a aldırdım…
Çocuk cıvıltıları arasında yediğimiz yemek sonrası havuz başındaki ahşap kamelyanın gölgelediği masada, iyice demini almış bir semaver dolusu çayı doyasıya içtik. Su dolu havuz küçük torunlar için tehlike arz ediyordu. Tedirginlik içinde içilen çay sonrası gençler yürüyüşe gidince bizde sevgilerimizle öpüp koklaştık, oyuna daldık… Evlatlarımızın ziyarete gelişi bahar rüzgârının tatlı esintisi gibiydi. Esti, geçti. Her zamanki gibi kukumav kuşunun yalnızlığına büründü koca ev…
Son birkaç gündür site etrafında hareketlilik arttı. Birileri geliyor, gidiyor, kamyonetle inşaat malzemeleri taşınıyordu. Yakup’un dediğine göre; site içinde mayıs ve eylül ayları arası tadilata izin verilmiyormuş. Kimi ahşap kimi demir doğrama pergola yaptırıyordu. Pencere ve kapılarını değiştirenler, bahçe duvarını ördürenler, çatısını aktaranlar, dış cephesini boyatanlar… Gürültüden kaçıp sessizliğin koynuna sığınmıştık ama… Hiçbir yerde rahatlık yokmuş meğerse!
Sabah erkenden eşimle birlikte yürüyüşe çıkmıştık. Dozer sesinin geldiği yöne doğru ilerledik. Genişçe bir alan yeni site inşası için hazırlanıyordu. On güne kadar temel atılacakmış. Al sana bir gürültü daha! Hafriyat ve malzeme yığmak için gelen giden kamyonların, hazır beton araçlarının, uzaktan uzağa bağıran işçilerin tiz sesi… Sözün kısası buranın da tadı kaçtı, tadı…
Epeyce kalabalık toplanmıştı. Müteahhit kalantor birine benziyor. Mühim adam galiba… Baksanıza canlı yayın aracı bile gelmiş. Genç muhabir elindeki mikrofonu tören için gelmiş kişilere uzatıp konuşturuyor. Bizde karışıyoruz kalabalığa. Sebebini anlıyoruz nihayet. Törene yöre milletvekili de geliyormuş. Müteahhidin yeğeniymiş, buradan bir ev bile almış. Temele ilk harcı o koyacakmış vesselam. Korna sesiyle yola doğru hamleden bir grup, milletvekilinin etrafını sarıverdi. Alkışlar içinde kürsüye gelip nutuk gibi konuşma yapan milletvekili yine alkışlar içinde yerine geçti. Ön sıradaki iskemlelerin birinde oturan genç bayan, yanı başındaki gözü yaşlı kız çocuğuna hararetle bir şeyler anlatıyordu. O anda alana sürüklenerek getirilen üç kınalı koyun kurban edilmek için hazırlanırken küçük bir kızın feryadı alanı doldurdu:
“Hayır! Lütfen kesmeyin kuzumu!”
Sessizliği yırtan bu ses üzerine başlar sesin geldiği yöne doğru çevrildi. İçin için ağlamakta olan küçük, şirin mi şirin, beş-altı yaşlarında bir kız çocuğuydu. Sapsarı saçları lüle lüle ensesine dökülmüştü. Tirşe gözleri yaş içindeydi. Kırmızı jilesinin içine yakaları fistolu beyaz gömlek, beyaz külotlu çorabının altına kırmızı fiyonklu rugan pabuç giymişti. Yanına gidip kucaklamak, gözyaşını silmek, aynı haminnem gibi başını okşamak istedim. İlahi çocuk! “Sürmeli”mi düşürdün yâdıma. Bende senin yaşlarındaydım o zamanlar. Benzer acıyla darbelenmişti sevecen yüreğim…
Yaklaşık yarım asır önce; İç Batı Anadolu Eşiğinde beyliklere yurt olmuş bir taşra şehrinde geçmişti çocukluğum… Vilayete iki-üç km uzaklıktaki çiftlik evimizin çok geniş bir bahçesi vardı. Bana ve kardeşime hayvan sevgisini fazlasıyla tattıran bir sürü dostlarımız yaşıyordu o bahçede. İlk oyuncaklarımız belki de onlardı diyebilirim. Bizi havaların güzel olduğu zamanlarda kimse evde tutamaz, ilk fırsatta onlarla hemhal olurduk.
Yumurtadan yeni çıkmış titrek, telaşlı civcivlerin hareketleri cezbederdi en çok bizi. Ayakta durmakta zorlanan minik yün yumakları… Elimize alır mıncıklardık. Büyüklerimiz göstermelik olarak paylar, onların büyümesine sevgimizi kattığımızı görünce pek ses çıkarmazlardı. Etrafta caka satarak dolaşan babalarından yüz bulamadıkları için analarının merhametine sığınırlardı. Hele ördek yavruları… İp gibi sıralanır, yaylanarak su birikintisine doğru koşarlardı adeta.
“Kabaramazsın kel Fatma!” diyerek kızdırırdık hindileri. Tüylerini kabartır gövde gösterisinde bulunurlardı hemen. Güzel gözlü minik sıpam aklıma geldikçe gözlerim hâlâ sevgiyle parlar. Biz mi onun peşinden koşardık o zamanlar, o mu bizim peşimizden koşardı hatırlayamıyorum şimdi. Seyisin nezaretinde, munis, iyi terbiye edilmiş midillimize binmekten büyük haz duyardık.
Dostlarımın birer adı vardı. Benekli, Damalı, Çilli, Ayça, Nazlım, Tosun, Yosun, Çapkın… Büyüklerimizden isim konusunda yardım alırdık fakat dünyanın en ciddi işini yapıyor gibi büyük bir vakarla söyledikleri isimleri beğenmezdik. Bahar aylarında, başı dumanlı Türkmen Dağı’nın kekik kokulu otlaklarında yaylayan sürülerimizin yanına götürmesi için babacığıma yalvarırdık. Havaların elverişli olduğu zamanlarda maaile yayla evine çıkılırdı. Hemen sürülerin içinde kaybolurduk. Gözünü yeni açmış kuzuların, oğlakların peşinden koşar, çoban ve köpekleri epey uğraştırırdık.
Sürmeli’mi gördüğüm anda mıknatıslanmış gibi hareketsiz kalakalmıştım. Gözlerimiz aynı anda birbirine kilitlendi. Oda beni sevmişti galiba, kaçmadı veya kaçamadı. Kucakladım doyasıya öptüm. Yüzüm, yumuşak ve kısacık tüylerinin içinde kayboldu. Annesi etrafımızda pervane gibi dönüyor, devamlı meliyordu. İkimiz bir bütün olmuştuk. Kucağımdan kimse alamıyordu. Kundak çocuğu gibi kucağımda taşıyarak kaçmaya çalışıyordum. Onlar çabaladıkça avazım çıktığı kadar feryat ediyor, gözlerimden sicim gibi yaşlar dökülüyordu. O benim bebeğimdi artık… Dönüş vakti yaklaştıkça, bebeğimi çiftliğe götürmek için inat ettim. Her zaman itaatkâr olan beni ikna etmek mümkün olmadı. Henüz memede olan Sürmeli’m ile anneside bizimle birlikte çiftliğe geldi mecburen…
Gözümü açar açmaz hemen Sürmeli’min yanına koşuyordum. Kucaklayamayacak kadar büyümüştü ama uzun tüylerinin içinde hapsolmaktan büyük bir keyif alıyordum. Üstüm başım Sürmeli kokuyordu…
İlkyaz geçmiş güneş o güzelim yüzünü daha fazla göstermeye başlamıştı. Büyüklerden duyduğuma göre Kurban Bayramı yaklaşıyordu. Bayramlık esvaplarımız eve çağrılan yatılı terzi kadınlar tarafından dört, beş günde bitirildi. Rugan pabuçlarımız alındı. Şekerlemeler, fıstıklı, güllü lokumlar sipariş verildi. Gelincik şurupları, karanfilli limonatalar hazırlandı. Sinilerle baklavalar, börekler açıldı. Konuklara ayrılan odaların temizliği bitirilip havalandırıldı. Bavyera yemek takımları, kristal bardaklar, kâseler çıkartıldı. Gümüşler, bakırlar oğuldu. Endam aynaları parlatıldı. Hamam yakılıp ev halkı sırayla banyosunu aldı…
Nihayet hazırlıklar tamamlanmış herkesin üzerine tatlı bir rehavet çökmüştü. Evin en küçük beyi Fikret amcam bayram nedeniyle eve dönmüştü. Bilhassa beni kızdırmaktan çok hoşlanır, küsünce de bol bol hediyelerle kendini affettirmesini bilirdi. İstanbul’da Hukuk tahsili yapıyordu. Neşeli, gamsız birazda havaiydi. Yaptığı şakalara en çok kendisi güler, evden kahkahaları eksik olmazdı…
Kardeşimle ikimize değil ağıla gitmek, bahçeye bile çıkmak yasaklanmıştı o gün nedense… Evet, o gün Kurban Bayramı’nın ilk günüydü. Sabah ezanından önce kalkılmış, evin tüm erkekleri bayram namazını kılıp gelince geleneksel sabah kahvaltımızı yapmıştık. Büyüklerin ellerini öpünce yüklüce bahşişlerimizi aldık. Haminnem; iğne oyayla çevrelenmiş, üzerinde ismimin baş harfleri işlemeli ipek mendil hediye etmişti ilk kez. Üstelik içine Reşat altını da iğnelemişti, büyüdüğümü hatırlatmak istercesine…
Müştemilatın bahçesinde toplanan erkeklerin ne yaptığını çok merak ediyorduk. Sorularımızı geçiştirip bizi oyalıyorlardı. Ben altı, kardeşim dört yaşındaydı o vakitler. Verdikleri cevaplar hiç aklıma yatmıyordu ya hadi neyse… Kazanlarda kavurmalar pişiyordu galiba kokusu hemen burnumuza geldi, sevinçle el çırpmaya başladık. Bir yandan masalar kuruluyor, bembeyaz kolalı masa örtüleri seriliyordu. Hizmetliler pürtelaş yemek takımlarını ve yiyecekleri bahçeye taşıyorlardı. Hazırlıkları heyecanla pencerenin önünde temaşa ediyorduk.
Konuklar arabalarıyla yavaş yavaş geliyor, kâhya onları büyük bir nezaketle bahçeye buyur ediyordu. Nihayet bize de bahçeye çıkmak için müsaade edildi ama sadece öğle yemeği için… Hep birlikte masaya oturulup dualarla yemeğe başlandı. Sıcacık içilen çorbadan sonra kavurma ve ateşte çevrilmiş iki kuzu kondu masaya. Rahmetli babacığım her zamanki nüktedanlığıyla masadakileri gülmekten kırıp geçiriyordu. Fikret amcamda ondan aşağı kalmıyor, kahkahaları kulaklarda çınlıyordu… Bir ara bana müstehzi bir bakış atıp gülümseyerek:
“Sevgili ağabeyciğim; masadaki kuzulardan biri sevgili küçüğümün Sürmelisiymiş doğru mu?”
Sadağından kurtulmuş tüm okların kalbime ve ciğerime saplandığını, gözbebeklerime oturan iki ejderhanın alev püskürttüğünü hissettim. Gündüz olmasına rağmen yıldızların ufalanıp konfetiler gibi tepemden aşağıya savrulduğunu, zemheride kalmış gibi titrediğimi bugün bile anımsarım. Başım topaç gibi dönmeye, dişlerim birbirine vurup takırdamaya başlayınca kelimeler ağzımın içinde kayboldu, gitti… Gözlerimin önüne kapkara bir perde çekildi. Kendimi boşluğa, karanlığa ve ayaza bıraktım… Kendimi bilmez hȃlde, üç gün ateşler içinde kavrulup yanmışım…
Olaya şahit olan aile doktorumuz Agop Efendi’nin ilaçları, büyüklerimin telkinleri bile işe yaramamıştı. Haminnemin o sıcacık elini başıma koyup sıvazlaması, efsunlu nefesiyle beni sakinleştirmeye çalışmasını asla unutamam…
“Böyle şaka mı yapılırmış el kadar kızcağıza?” diyerek amcamın özürlerini reddetmişti. En sevdiği küçük oğlunu affetmemişti uzun süre. Hâlbuki kişiliğinin bir parçasıydı babam gibi amcamın da nüktedan oluşu. Oda tövbe etmiş bir daha bana latife yapmamıştı ta ki onu kaybedinceye dek…
Geçmişimin sedef kakmalı muhafazası aralanmış; çocukluğumu, yitirdiğim büyüklerimi ve Sürmeli’mi tekrar hatırlamıştım… Küçük kızın yanına yaklaştım. Gözyaşlarını sildim, sevgiyle başını sıvazladım. Başladım sakinleştirmeye…
Fatma Türkdoğan