KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Uçurumun kenarındaydı onunla tanıştığımda. Ses etsem atıverecekti kendini. Annesini küçük yaşta kaybetmiş, cici annesinden sevgi görmemiş. Soğuktu hayata karşı ama beni ısıtmaya hatta yakmaya yetmişti gözleri. Üniversitede tanışmıştık. İsmi Fatmagül’dü. Adının hakkını veremeyecek kadar hüzünlü bakardı. Derslerde ruhu bedenini terk eder, annesinin yanına uçardı. Kimse göremezdi bunu ama ben görürdüm… Kafaya koymuştum onu. Benim yârim olmalıydı. Ben güldürebilirdim onu. Hem benimde yaralarım vardı. Birlikte sarabilirdik. Saatlerce konuşmadan gözlerimizin içine bakarak aptalca gülebilirdik.
Gölgesi olmuştum adeta Fatmagül’ün. Kantinde arka masasına, amfide çaprazına oturur, sessiz, temkinli ve derin derin süzerdim onu. Dedim ya: kimse göremezdi ama ben görürdüm onun çocuksuluğunu… Böyle geçti iki sene. Onun karşısına geçince boğazıma bir şey düğümleniyordu. Hafiften gözüm kararıyor, başım dönüyor, nefes almayı unutuveriyordum. Ben Enver! Toplantılarda bildiri okuyan, kermeslerde çığırtkanlık yapan, kimseden çekinmeyen, hep en önde; kavgalarda, meydanlarda…
Bir gün cesaretimi topladım. Kendimden eminim. Nabzım 200. Soğuk soğuk terliyorum. Sekiz-On bir ders çıkışı, fakülte kapısındayım. Sigaram ağızıma yapışıyor, elim yanıyor, rüzgâr esiyor, Bilecik üzerime üzerime geliyordu. Kapıda gördüm onu. Yalnızdı. Arkasından yürümeye başladım. Kalbim göğsüme sığmıyordu. Dilimle dudaklarımı ıslattım ve “Fatmagül” diyebildim. Hafifçe arkasına döndü. Yüzünde savunma kalkanı olan o donuk maske vardı. Boş ve sert bakıyordu. Gözlerim doldu, rüzgâr enseme vurdu, sol kolum uyuştu ve ben bir şey diyemedim. O da demedi. Güldü sadece. En içten haliyle güldü. Güldü ve yoluna devam etti.
Zaman durmuş akmıyordu. Bilecik’te bir kasım gecesi kavuruluyorum. Hava buz gibi. Deprem sanıyorum bacaklarımın titremesini… İşte o gün hayatım değişti. Ertesi gün bir sonsuzluğa uyandım. Bir mucize olmuştu, Fatmagül bana gülmüştü. Artık arka masalardan kaçamak bakmıyordum ona, tam karşımdaydı.
-Sen neredeydin? Ben hep seni bekledim, dedi.
O anlattıkça ben pansuman yaptım yaralarına. Ne yapsam hayat dolu cıvıl cıvıl bir hanım kız olamıyordu. Nasıl olsun… Baba desen; hayatını fabrikadaki makinelerin çarklarına sıkıştırmış, anne desen; erkenden melek olmuş. Üvey anne: Ceberut. Babanın gözleri görmüyor, hissetmiyor kızının halini. Ay başını getirmek onun tek derdi. Sofrada çorbaya kaşık sallarken gördü mü Fatmagül’ü, sorun yok o zaman. Hem nerden bilsin adamcağız annesini kaybetmiş bir kız çocuğuna nasıl yaklaşacağını. Alçıyla kapatıyordum Fatmagül’ün gönül duvarındaki yaraları ama çimentonun yerini tutmuyordu.
Temeli sağlam olmayan gönül binasına katlar çıktık. Evlenecektik. Ben onun tuzlu kahvesini içecektim, o benim ceketimi giydirecekti. İşten eve döndüğümde kapıyı o açacaktı, kızımız kucağıma atlayacaktı… Dedim ya, temeli sağlam değildi gönül binamızın.
Bir gün bir gümbürtü koptu. Etraf toz duman. Enkaz altında kalmıştım. Ufak bir ışık görünüyordu betonlar arasından. Işığın ucundaysa babam. Çekip çıkarttı beni enkazdan. Üstüm başım toz içindeydi. Üzerimdeki tozları temizledi babam,“Saçındaki akları temizleyemem oğlum” dedi. “Onlar sende depremin hatırası…” Kalbimden dökülenler çıktı mı enkaz altından diyemedim, yutkundum.
Artık bir yanım eksik yaşıyordum. Evden işe, işten eve. Üç arkadaş İstanbul’da bir bekâr evinde çile dolduruyoruz. Çilem bitmemiş olacak ki bir haber düştü zaman tünelime: Fatmagül evleniyor… Bir kere daha durdu zaman. Geriye doğru akmaya başladı. O kasım gecesine kadar aktı, aktı… Ben yine cesaretimi toplayıp “Fatmagül” dedim ama bu sefer dönüp bakmadı. Karanlıklar içerisinde yürüdü ve kayboldu.
İçimde kasırgalar meydana geliyordu. Fatmagül’le tanıştığımız gün El Nino, o kasım akşamı Katrina ve bugün büyük Rita kasırgası. Evimin balkonundan hissettiğim rüzgâr saatte iki yüz kilometrenin üzerinde esiyor, hayallerimi, anılarımı ve kalbimi hortumuna katıp dağa taşa savuruyordu. Karar verdim. Ne olursa olsun kasırganın içine atacaktım kendimi. Gidecektim o düğüne. Son bir kez görecektim o gözleri…
Rüzgârı ardıma aldım ve yola koyuldum. Pendik Tren İstasyonu. Hava esiyor. Tren düdüklerine yükledim haykırışlarımı çaldıkça rahatlıyorum batasıca düdükler. Kaderde Bilecik’e dönmek varmış. Tipik bir temmuz akşamı. Onunla geçtiğimiz sokakları yalnız başıma arşınlıyorum. Türbe, Orman yolu ve Bahçelievler. Çakırhan’da çay, Osmanlı’da kahve, çadırda gözleme… İlk görüşüm, ilk elini tutuşum, öpüşüm ve yarın: son görüş…
Erkenden kalktım, kuyumcudan altınımı aldım, düğün salonunun karşısındaki otobüs durağında indim, bekliyorum. Birlikte kurduğumuz hayallerin başkası ile gerçek olmasını izliyorum. Kendi hayalime seyirciyim. Araba yaklaşıyor, damat iniyor… o ben olmalıydım… Ardından Fatmagül. Davetliler arasından geçiyor ama yüzünü göremiyorum. Gözlerim bulanıklaşıyor, seçemiyorum.
Sigaramdan son nefesi aldım, yolun karşısına geçtim. Salonun önünde aslında bizim düğünümüzün davetlileri olması gereken yabancı simalar. Ağır ağır salona doğru yürüyorum. Dış kapıdan içeri girdim. İçeride ana salona açılan bir başka kapı var ve ben o kapıya doğru yürümek istiyorum ama sinir sistemimdeki çöküntü bu komutu ayaklarıma iletmekten aciz. Kapının eşiğindeyim. Sanki araftayım. Önüm cehennem, ardım cennet… Son kez bakıyorum içeri. Fatmagül ve müstakbel eşi ayaktalar, davetlileri selamlıyorlar. Hoca Kuran okuyor, âmin diyor herkes, ben susuyorum. Üzerimde bir ağırlık var. Cebimden çıkarıyorum altınımı. Avcuma alıyorum. Bakıyorum. İnsan kendi düğününe giderken altın alır mı? Alırmış meğerse… Son kez içeri bakıyorum. Biliyorum son bir şeyler söyleyip ardıma bakmadan gitmem gerek ama yapmakta zorlanıyorum. Bacaklarım titriyor yine. “Her şey Allahtan be Enver” diyorum kendime. Her şey!
Elveda Fatmagül, elveda sevdiğim. Mutlu ol.
Erol Eray Kılıç