KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Selam sevgili dostum.
Hastalığınızı duyduktan sonra çok endişelenmiştim ancak bana yeniden mektup gönderdiğinizde çok rahatladım. Sağlığınıza dikkat edin, zira sizden başka içimi dökebileceğim başka hiç kimsem yok.
Uzun zamandır bunu düşünüyorum. Çocuklar neden bu kadar mutsuz? Dostum, etrafımızdaki mutsuzluğa alışmıştık. Hatta o kadar alışmıştık ki onun sonsuz bir ömrü olduğunu bile kabullenmiştik. Bir tarlayı iki kardeşe bölüştürsen “neden kardeşim var?” diyerek birbirini boğazlayacak insanlar türedi bir anda. Modern çağın getirdiği doyumsuzlukla huzur bulacağımızı düşünürken bize ne oldu? Çocuklarımıza ne oldu?
Sabahları kahvaltımı yaparken veya pencere önünde kahvemi içerken okula giden çocukların heyecanını seyretmek; ardından dosyalarımı o siyah derisi dökülmüş çantama tıkıştırırken herhangi bir çocuktan duyduğum bir şarkıyı mırıldandığım günler eskide kalmış. Otobüste yanıma oturan bir çocuğa “kalemin ne güzelmiş” dediğimde bana ısrarla hediye edilen o kalemi hâlâ gözüm gibi saklarım bilirsin. Çocuklar büyüklerinden gördüklerini ne hızla bu kadar kopyalayabiliyor, hayret ediyorum doğrusu. Büyükler demişken, geçen gün tanıklık ettiğim olay içimi paramparça etti.
İş yerimizdekiler bir grup oluşturmuşlar. Bir okuma grubu toplanıyor, oylamalarla bir haftada okunacak kitabı belirliyorlar. Kulağa çok hoş geliyor değil mi? Hem çevren olacak hem birçok kitap okumuş olacaksın. Ancak sonrasında dehşet bir gerçekle karşılaştım. Bir sonraki toplantıda kitaba puanlama yapıyorlarmış. Düşünebiliyor musun, altından bezi dün çıkmış yeniyetmeler asırlara boyun eğmemiş Shakespeare’i, Platon’u, Dostoyevski’yi değerlendirme haddini kendinde görebiliyorlar. Toplantıyı nasıl terk ettiğimi bilemedim. Edebiyatın karakterini bu kadar ayaklar altına alacaklarını bilemedim. Ardından kimse benimle konuşmadı. Konuşmasınlar ama kitaplara değer biçmesinler. Biçemezler!
O toplantıda fark ettiğim bir başka mevzu daha vardı. Hiç kimse kendi kimliğini kabullenmek istemiyor. Birinin annesi, birinin babası, birinin amcası, birinin hocası olarak anılıyor herkes. İnsan, kadın, adam diyemiyoruz. Statülerimiz kimliklerimizin önüne geçti. Çalışmayanlar içinse “anne, baba, abla, kardeş, teyze” gibi terimler kullanıyoruz. Yüzlerce yıldır insanları adlarıyla çağırmayı öğrenemedik. Kimliği olmayan insanın mutluluğu olur mu azizim? Mutlu olmayan insanın karakteri, ruhu huzur bulur mu?
Altını çizdiğimiz cümleler eksikliğini hissettiğimiz şeylerin boşluğunu doldurduğu içinmiş. Kendimi başkalarıyla tamamlamaya çalıştığım zamansa sadece tiksinme ve kaçma isteği duyuyorum. Seninle olan dostluğumuz bu yüzden böyle güçlü ve uzun oldu. Çünkü sen habire benim hayatıma müdahalede bulunacak kadar yakınımda değilsin. O’nun gitmesi de iyi olmuş. Sıkıcı bir beraberliktense yalnızlığımla olan sohbetim daha güzel geçiyor. Unuttum onu. Hiç hatırlamıyorum artık. Hep söylediğim gibi; Değer gören insan arsızlaşır. Bu teorim asla şaşmadı.
Nefret duygusu bir insan olsaydı kesinlikle ben olurdum. Zıtlıklarım yüzünden en başta kendimden nefret ediyorum. Çok sıkıcı bir pazar sabahının ardından sokakta kavga eden çocuklar yüzünden dikkatim dağıldı. Daha fazla gürültü duymamak için kendimi ormana atmalıyım bir an önce. İnsanlar uyanıkken yeraltında daha huzur buluyorum.
Sevgilerle, Davut.
*
Merhaba sevgili dostum. Mektubun henüz elime geçti. Uzun zamandır insanların domuzlar gibi çamurda debelenmesinden yakındığının farkındaydım ancak son mektubun beni dehşete düşürdü. Yaşadığın acının senin açından tarifi yok ancak kendini hayatın kollarına bıraksan bu kadar büyütülecek bir şey olmadığını görürsün.,
Sürekli insanlardan, çocuklardan, onların kötü tavırlarından yakınmışsın. Senin iyi olduğunu sana kim söyledi? Bilirsin, Tanrı’ya inanacak kadar aptal değilim. Kader denen şey tamamen zırvalık. İyiliği kötülüğü evren belirler. Ancak hepimiz bir ana bir babanın birleşmesinden meydana gelmedik mi? Ölüm sebebimiz değişse de sonuç aynı olmuyor mu? O zaman sen kimsin de insanları iyi kötü diye ayırma, hele hele kendini iyi tarafa koyma hakkını kendinde görüyorsun? Çocukları gökyüzüne bakmaya zorlarsan belki yerdeki karınca yuvasını dağıtmasına sebep olacaksın? Nisan’ı unutamadığın için bu kadar saçma şeylerle kendini meşgul ettiğini bilmiyor muyum sanıyorsun? Nisan sana göre şu an en yüce yaratık olabilir çünkü âşıksın. Fakat bana göre en çirkin mahlûkat zira seni olduğundan bin kat çekilmez biri haline dönüştürdü. Unuttum demişsin, öyle bir şey mümkün mü?
Olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması. Bilmem kaçıncı defadır yanılıyorsun. Hâlâ akıllanmadın. Hayatı bu kadar ciddiye alacaksan neden yaşamaktan vazgeçmiyorsun? Bırak, senin kendine ıstırap ettiğin hayatın, kapladığın alanın, aldığın maaşın sefasını başkaları sürsün. Dostum, geçen ay sana çok hastalandığımı yazmıştım. O beş günlük zamanda kendimle o kadar baş başa kaldım ki, kendimin böyle düşünceleri olduğunu bile bilmiyordum. Cezaevine giren herkese iş gözüyle bakıyordum. Onlar işim bile değilmiş. Benim için sadece iki imzadan ibaretler. Kadınlardan ve lüksten başka bu hayatta düşünecek hiçbir şeyim yok. “Yaşamaya susadığınız halde hayat meselelerini bir mantık hercümerciyle çözmeye kalkışıyorsunuz.” diyerek insanları eleştirmiştin bir sohbetimizde. Şimdi sen, aynı hataya düştüğünün farkında değil misin?
Tatile yanına geldiğim zaman seni güneye götüreceğim. Orada bir akrabamızın koca koca sebze bahçeleri var. Çok uzun zaman önce gitmiştim ama orada öğrendiğim bir şey var. Adam sabah erkenden kalkıp sebzelerinin yanına gidiyor. Yabani otları yoluyor, toprağı düzeltiyor, suluyor ve evine dönüyor. Ertesi sabah ise yine aynı otlar orada bitmiş oluyor ve sebzeler sökülene kadar bu işlem her sabah tekrarlanmak zorunda. Kendi toprağında mülkünde, bitkilerini yabani otlardan koruyamayan insan, kendini mutsuzluktan nasıl koruyacak? Demek ki sen istesen de istemesen de hayat kötü sürprizler hazırlayacak. Senin yapman gereken sadece yaşamanın tadını çıkartmak. Toprağın altıda bizim üstü de. Altına girdiğinde, o çok meraklısı olduğun karanlık ve sıkışık odada sonsuza dek yaşayacaksın zaten. Sen üstünü eğlenceli hale getirmeye bak. İş yerindeki avanakların aptal eğlencelerinin ne kadar kafa dağıtıcı olduğunu biliyor musun? Bilsen, bana bu kadar sayfa mektubu yazmakla boşa vakit harcamazdın.
Senin en büyük eksiğin hayat arkadaşının olmaması. Kadınlar dostum, kadınlar. Bu dünyanın neşesi gökyüzüne bakan çocuklar değil, sana dünyaları sunan kadınlardır. Bir kadının, mutluluğun doruğuna ulaştığı sıradaki yüzünün ifadesini yüzbinlerce maaşa değişmem. Çünkü ben parayı mutlu edemem, para beni mutlu eder; fakat ben kadını mutlu ettiğim sürece yaşadığımı hissederim.
Kadın demişken, genç bir hanımla görüşüyorum bu aralar. Benden yaşça küçük fakat zekası bugüne kadar hiç kimsede karşılaşmadığım kadar parlak. Bana anlattığın toplantı mevzusunu beraber okuduk. Karınlarımızı tutarak dakikalarca güldük. Günlerdir bununla eğleniyorum. Tiksindiğin insanlar senin hayatının sadece eğlencesi. Bunun farkında olursan her şey daha kolay olacak. Onların övmesi veya yermesiyle Shakespeare bir şey kaybetmiyor ki.
Azizim, zararlı otlarını kendi bedeninden kendin sökmediğin sürece hastalık dediğin insanlar sana daha çok acı çektirecek. Baharda güneye gittiğimizde yapacağımız çapkınlıklarla sana asıl hayatı sunacağım. Yaratıcı varsa eğer teşekkür edilecek tek konu o kadınlar. İnsanın kendine sabretmesini sağlıyorlar. Cezaevlerinin küflü duvarlarındaki acıları görseydin kendine rahatlıktan yarattığın acılardan ötürü kızardın. Evet evet… Senin tüm bu “acı çekiyorum” cümlelerin rahat battığı için. Tatil işini mümkün mertebe erkene çekmeliyiz. Sonraki mektuba değin hoşça kal ciddi adam.
Hikmet.
Zeynep Ünal