KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Gözlerimdeki perde aralanmış gibi yürüyorum. Ama hissediyorum çok uzakta değil bu sefer hayat. Taze çilek gibi kokuyor çünkü biliyorum. Daha önce de almıştım bu kokuyu. Ama elimden kaçmıştı o vakitler. Çünkü iyi göremiyordum o sıralar. Bu sefer iri iri açıyorum gözlerimi. Yeri yoklayarak daha sağlam atıyorum adımlarımı. Çimenin yeşilinin de farkındayım, papatyanın sarısının da. Gözümden tam kalkmadığından perde belki de, bazen geçiyorum üzerlerinden farkında olmadan. Ama olsun, sonuçta gökkuşağı gibi rengârenk bir hayatın peşinden gidiyorum bu sefer. Yürümek koşmaya eviriliyor ara ara. Tam o sırada bir boşluk duygusu karnımdan boğazıma kadar doluyor. İçimden alev çıkacak gibi oluyor aniden. Sonra da üzerime soğuk su atılmış gibi ferahlıyorum. Ilık bir esintiyle saçlarım havalanıyor.
Dilediğimce koşuyorum. Bir yerden salıverilmiş gibi istesem bile yavaşlayamıyorum. Bir ağacın gövdesini tutarak durabiliyorum ancak. Aynı sırada başka başka dokularda bir sürü ağacın içinden geçiyorum. Biri dalını uzatıyor tutmam için, biri meyvesini paylaşıyor. Onlar da biliyor çünkü doğru yoldan gidiyorum bu sefer. Cömertçe kendilerini sergilemeleri bundan. Ama ben geri çeviriyorum. Zaman kaybetmek istemiyorum çünkü. Sonra yeniden alabildiğince yeşil ve sonsuz bir mavinin içinde kayboluyorum. Yolu kaybettiğimi zannediyorum ve içimi kocaman bir korku kaplıyor. Göz pınarlarımdan akan tuzlu sulara engel olamıyorum. Umutsuzluk yine önce sağlam bir tokat atıyor ama ikincisine engel oluyorum. Havada yakalıyorum o sert ve nasırlı koca eli. Sonra birden karanlıklar dağılıveriyor, bulutlar eğiliyor önümde. Görüyorum, hayat işte orada, önümdeki yemyeşil dağın tam üstünde gülümseyerek “Gel artık!” diyor. “Çok beklettin beni ama korkma, zamanım var güzel olacak her şey.”
Bu sefer daha hızlı koşuyorum. Ara ara tökezliyorum tabii. Bazen yuvarlanıyorum hatta. Yaklaştıkça engebe artıyor çünkü. Yukarıya tırmanmak nefesimi de zorluyor. Çok susuyorum, düğüm düğüm boğazım ama duramam. Bu son şansım belki de. Yorgun düşüyorum artık. Yanıma yöreme bakmadan ilerlemeye çabalıyorum. Birden ortalık tekrar kararıyor. Güneş başka birilerini aydınlatmak başka gövdeleri ısıtmak için uzaklaşmış meğer. Ben farkında bile olmamışım. Ama hâlâ kokuyu duyuyorum, taze çilek kokusunu. En baştaki gibi keskin değil belki ama inceden sızlatıyor burnumun direğini yine de.
Hayır, vazgeçemem bu sefer olmaz diyorum ki, dizlerim benden habersiz yere dayanıyor, bir adım bile atamazsın diyor ayaklarım. Gözlerim istemsiz kapanıyor ama kalbim yine benimle geliyor. “Hadi” diyor “çok az kaldı” ve bu inançla ilerliyorum, işte orda yeni gökkuşağı renkli hayatım. El ele tutuşuyoruz. Mutluluktan başım dönüyor. Öyle içten sarılıyor ki adeta anne şefkati gibi.
Duyduğum en içten melodiyle Hoş geldin diyor. Çok hoş geldin…
Gülay Gürel