0

Karanlık bir sisin ortasındaydı. Sessizdi her yer. Üzerine gelen kümelenmiş dumanın peşinden gitti.  Korkuyordu. Kalbinin titrek atımlarını kulaklarında duyuyor,  gırtlağına kilitlenmiş tükürüğünden kurtulamıyordu. Sonra kayboldu dipsiz kuyuda. Çıkmamacasına…

Uyanmıştı. Ter içindeydi. Gecekonduya giren hanımeli kokusunu duyumsadı. Güneş neredeyse tam tepedeydi. İçeriye aydınlığı çökmüştü. Yağda kızarmış biber ve sarımsaklı domates sosunun buharını nefesine çekerken, eşinin mutfaktan gelen ayak seslerini duydu. Tabak ve çanak tıkırtıları da… Anlamıştı. Yemek hazırlıyordu eşi. Her zamanki yerinde, yer minderini üzerinde, tespih çeken yaşlı anacığına dikti gözlerini.

Kadın, Yakup’un gözlerine bakıyor, halinden bir tuhaflık seziyordu. Gülümsedi, dişsiz ağzından kelimeleri çıkartırken zorlanarak; 

‘’Düş mü gördün a oğul?’’ diye sordu.

‘’Düş gördüm ana.’’ dedi.

‘’Kalk, bir besmele çek. Allah hayırlara çıkarsın.’’

‘’İnşallah ana.’’ dedi. Kalktı. Eşi sofra bezini yere sererken banyoya geçti. Elini yüzünü yıkadı. Aynaya baktı. Günden güne kömür tozundan kararan gözlerine… ‘’Yaşlanıyorsun be! Nerde on sene öncenin Yakup’u? O kumral adam nerelere gitti?’’ diye sordu kendine.

İçeriye, yer sofrasının başına geçti. Sıcacık çorbasını içerken anasına rüyasını anlatmak istiyor ama bir türlü dile getiremiyordu. Oysa yorumcusu karşısındaydı, gözlerinin içine bakıyordu.

Zöhre nine, gecekondu mahallesinde rüyaları yoran nine olarak bilinirdi. Sırrını kimseye vermezdi. Yorduğu her rüya, dediği gibi aynen çıkardı. ‘’Bunu nasıl yapıyorsun?’’ diye soranlara;

“Bu gönül işi, ilim işi değil.” derdi.

Ekmeğini çorbanın içinde gezdiren Yakup’’ ana’’ dedi, ‘’rüyamda büyük bir dumanın içinde kayboldum. Kapkara bir duman… Ucu yok, bucağı yok. Acep neye yorarsın?’’

Kadın, sofranın başına henüz çömelip oturmuştu ki; tespihi elinden düştü. Sustu, bir süre konuşmadı. Ezanla görülen rüyalar yorulurdu. Yakup uyurken tam da öğle ezanı okunuyordu. Demek ki rüyası bir işaret olmalıydı. Anlamıştı oğlunun kötü düş gördüğünü ama yine de kıyıp kaldırmamıştı derin uykusundan. Keşke uyandırsa mıydı? Kesse miydi düşü en olmaz yerinden?

 Yakup, cevap istercesine anasının çökmüş, yaşlı suratına bakıyordu.

‘’Hayra yoralım hayır olsun be oğul!’’

‘’İyi işte, yor bakalım rüyamı.’’

‘’Kimseye anlatma rüyanı. Rüyan iyi değildir ama rüya ile amel olmaz sen de bilirsin.’’     

Sofraya derin bir sessizlik çöktü. İştahı kaçtı Zöhre ninenin. Yakup yemekten sonra çıktı evden. Uzun uzun baktı anacığına ve karısına.  Hatta çıkarken helallik istedi ev halkından. ‘’Gitme!’’ diyesi geldi Zöhre ninenin. Ama neden gitmeyecekti Yakup? Her gidişi ölüm her dönüşü yaşam değil miydi? Sadece Yakup ‘muydu ölümün kucağına verdiği evlat. Ya Yakup’un küçüğü Necmettin… Çift vardiya. Yakup gececiyken Necmettin de sabahçı olur böylece ev erkeksiz kalmazdı.  Üç çocuk, gelin, yaşlı ana ve iki oğul… Gecekondu mahallesi bir erkeğine yanarken o her gün iki erkek için dua üstüne dua etmiyor muydu? Bu yaz nişanlanmıştı Necmettin. Üç odalık bu küçük gecekondu da yer yoktu Necmettin’e. Evlenince ayrı eve çıkacaktı. Geçinmek aslanın ağzındaydı. Para lazımdı yeni yetme sözlülere. Yakup’un zaten yükü ağırdı. Kutsal işti maden çukurlarında helalinden para kazanmak.

Tespihini alıp tekrar yer minderine çöktü Zöhre nine. Gözlerine kararsız bir bulut inmişti. Varı yoğu iki evladı… Onları da her gün Azrail’e yollamaktan bitap düşmüştü artık. O derin kuyu, kocaman ağzını açtıkça içeriye insan alıyor,   mesaiyi bitiren siren sesleri ancak çaldığında yuttuğunu geri veriyordu. Kir, pas içinde kara kömür tozlarına bulanmış ak delikanlılar, madenin çukur düzlüklerinde ömürlerini tüketiyorlardı. İşçiler, lağım fareleri gibi suların içinde ilerlerken, kazmaların o kızgın sesleri birbirine karışıyor, maden, günleri, saatleri, hatta mevsimleri yutmaya devam ediyordu. İçerdeyken ne ateşli yazları görmek mümkün olurdu ne de patlamış badem çiçeklerini… Gündüzken gece, geceyken gündüz olurdu asırlardır uyuyan kömür yatakları. 

 Abisinin peşine takılıp maden ocağına işçi olarak yazıldığında çalışmayı istemedi Necmettin. 

‘’Ben karanlıktan korkarım abi! Hem öyle dar yerlerde duramam. Var git, madene sen yazıl! Ben sanayide iş bakarım.’’ demiş ama Yakup izin vermemişti.

‘’Babamız da madenciydi bizim. Biz bu iş için yaratılmışız oğlum. Hem parası da iyi. Birimiz gider birimiz gelir. Bundan ala iş mi olur?’’ dediğinde Necmettin, abisine;

‘’Zaten o kahrolası maden yüzüne babamın ciğerleri bitmedi mi abi? Sıra biz de mi şimdi? Ne yani, biz de mi bitelim? ”demişti. Demişti demesine ama dinlememişti Yakup. 

Zaman hızla geçiyordu. İkindiye az kalmıştı. Gelin, kayını Necmettin için çayı ocağın üzerine çoktan koymuştu. Derken ezan sesi yükselti minareden.  Gelmemişti Necmettin. Zöhre ninenin yorgun kalbi telaşa düştü. Nefes alamıyor, oturduğu yerde ciğerine sanki bıçak saplanıyordu. Tarifi mümkün olmayan bir sıkıntının içine atılmıştı. Kapının önüne çıktı. Gelin de telaşlanmıştı. Bir yere mi takılmıştı acaba? Oysa hep haber verirdi. Uzaklara baktı Zöhre nine. Madenden bir duman yükseliyordu. “Duman” diye sayıkladı. “ Kör olasıca duman.” Eline bastonunu kaptığı gibi fırladı evinden. Hani nerelere gitti o yaşlı, ayakları romatizmalı kadın? Yürümüyor, adeta koşuyordu. Gelin, hızına yetişemiyordu. Bir hışımla aştı önündeki tepeliği. İşte maden! Ekmek kapısı… Kahrolası, ağzını açmış kocaman kocaman soluyordu. Bir canavarın ağzı gibiydi girişi, ateş saçıyordu. Dumandan göz gözü görmüyordu. Bir bir akın ediyordu insanlar. Bağırışlar çığlıklar,  ambulans sesleri. Sanki mahşer yeri…

Yere çöktü Zöhre nine. Acep hangisi ölüme yakışırdı? Yakup mu, Necmettin mi? Yakup ölürse üç çocukla ne yapardı gelin Hayriye? Necmettin ölürse eğer yazık değil miydi gençliğine? Nişanlısı yanmaz mıydı kahrından? Görmüştü Yakup.  ‘’Rüyamda büyük bir dumanın içinde kayboldum. Acep neye yorarsın ana ?’’demişti. Yormuştu. Bu bir ölüm rüyası demişti. Bilmişti bilmesine ama ölüm hangisine? Yoksa ikisine mi? Bir kalabalığın ortasında çığlık çığlığa kaldı Zöhre nine. Yere çöktü. Dizlerindeki dermanın bittiği yerdeydi. Ellerini semaya açıp bağırmaya başladı;

‘’Allah ölümü dağlara taşlara vermiş de dağlar taşlar dayanamamış bu çetin işe. Allah’ım ne diye ölüm biçersin bize?’’ 

Deli gibi dövünmeye başladı kadın. Ellerini semadan indirmiyordu. Uzunca bir süre gökyüzüne baktı. Sonra usulca yere çöktü. Ne ağlıyor ne konuşuyordu artık. Bitmişti Zöhre nine.

Çok sonra çıkarıldı Yakup’la Necmettin’in. Yakup madene iniyorken Necmettin ise çıkıyorken karşılaşmışlardı madenin orta yerinde. Necmettin tam eve gidecekken Yakup Necmettin’e seslenmiş;

            ‘’Rüyamda büyük bir dumanın içinde kayboldum. Nedense bu gün korkup ürkmekteyim.  Sen hemen yukarı çık, oyalanma bu deli çukurunda’’ demiş, Necmetin de; ‘’Sen abimsin. Nasıl seni bırakır da giderim? Kalacağım yanında’’ demişti.

Birlikte gitmişlerdi ölüme. Yana yana, omuz omuza ve el ele.

Serpil Tuncer

Leave a Comment

İlgili İçerikler