0

Annem hastaydı. Kalbindeki damarlardan beş tanesi kapalıydı ayrıca da ritim bozukluğu vardı. Yokuş yukarı yürümekte zorlanıyor, güçlükle nefes alıp veriyordu. Buna rağmen deniz mavisi gözlerindeki coşku kaybolmuyordu.

Annem kırk üç yaşındaydı, lezzetli yemekler yapardı. Mevsim balıklarını severdi, Karadeniz kızı olmasından dolayı yeşili, ağacı, doğayı ve denizi çok severdi. Babam da annem kadar denizi, doğayı ve yeşili seviyordu. Ağabeyimin adını Deniz, kız kardeşimin adını Irmak, küçük kardeşimin ismini ise Doğa koymuştu annemle babam. Annem, benim ismimi ise evimizin bahçesindeki yaşlı kestane ağacının altında oturup, ikindi kahvesini yudumlarken bulmuş. Nehir…

Sekiz yaşına girdiğim, sıcak ağustos akşamında, annem elmalı turta yapmış, yanında da böğürtlenli kek ve sıkma meyve sularıyla doğum günümü aile içerisinde kutlamıştık. Kestane ağacının altındaki ahşap masanın üzerindeki radyodan Leman Sam’ın o ölümsüz yorumuyla, ‘Rüzgâr’ı söylüyordu. Annem, “Penceremin perdesini havalandıran rüzgâr, bana esmeyi öğret.” diye o kadifemsi sesiyle Sam’a eşlik ediyordu. “Nehir, güzel Nehir’im. İyi ki doğdun. Evimizin tatlısı seni çok seviyoruz.” ardından da paket içerisindeki kırmızı kurdeleli pabuçlarımı hediye etmişti. Deniz mavisi gözlerindeki güneşin doğuşuydu gördüğüm. Kestane ağacının yaydığı serinlik ağustos sıcağının nemini hafifletiyordu.

Aradan dört yıl geçti. Annemin sağlığı iyice bozuldu. Doktorların uyguladığı ilaç tedavilerinin yanı sıra iki büyük ameliyat geçirdi annem. Evden pek dışarı çıkmıyordu. İki katlı evimizin, denizi gören oturma odasının balkonundan denize bakıyor ya da kestane ağacının gölgesindeki beyaz plastik sandalyeye oturup, el işi yapıyordu. Büyük boy pilli Philips marka radyo sürekli açık olurdu. Yerel radyo istasyonundan yayınlanan neşeli, coşkulu şarkılar denizden esen rüzgârın tatlı serinliğinde annemin gönlünü okşardı.

Ben ve kardeşlerim okul dönüşü odamıza çekilir, ödevlerimizi yapardık. Annem lise mezunuydu, bizlere ödevlerimizde yardımını esirgemezdi. Kitap okurdu. Kitap kurduydu. Nazım’ı, Kemal Tahir’i, Yaşar Kemal’i ve Hasan İzzettin Dinamo’ nun eserlerini severek okurdu. Hele Kemal Tahir’in, ‘Kurt Kanunu’ ve ‘Yorgun Savaşçı’ sını bizlere adeta hatim ettirmişti. Nazım’ın şiirleriyle bizlere seslenirdi, çayımız, kahvemiz, yemeğimiz, odamız hep şiir kokardı, doğa kokardı. Babam çok çalıştığı için kitap okumaya pek vakit bulamazdı. Köylü olmasına rağmen babam da severdi annemi, kitapları bir de şiiri.

Kestane ağacının dikenli meyvelerinin sonbahar rüzgarlarıyla bahçemize düşmesiyle kışın geldiğini anlardık. Annem Karadeniz’in hırçın dalgalarına türküler, şiirler okurdu. Soğuk kış akşamlarında sıcak kestane kebabı yapardı annem. Kestane unundan pişirdiği helvanın ise tadına doyamazdık.

Annemin büyük annesi Şehnaz Hanım, bir gün annemin yere düşen kestane ağacının yapraklarını toplayıp yaktığını görmesi üzerine;

“Yavrum, ağaç devlettir. Ağaç, insanın vicdanıdır. Ağaç yaprakları vicdanımızın güzellikleridir. Yaprağı yakmak, ağacı, vicdanı ve devleti yakmaktır. Ağaçlar, kökleriyle toprağı, dalları ve yaprakları ile gökyüzünü anne şefkatiyle kucaklar. Ölen iyi insanlar için ağaçlar sonbaharda ağlar. Onların gözyaşı da vicdan sızıları da yapraklarıdır.” demiş.

Annem, o günden sonra doğaya ve kestane ağacına sevgiyle bağlanmıştı. Kestane ağacının yaprakları, meyvesi, odunu, gölgesi kutsal bir aşkın gölgesi olmuştu. Kardeşlerimle dallarına ipten salıncak yapıp, sallandığımız kestane ağacının, az değildi dallarından düşüp ağladığım.

Annem saksıda yetiştirdiği sardunyaların yalnızlığında bırakıp gitti bizi. Öleceğini biliyordu. Babam da annemin sağlığının çok iyi olmadığını bizlere anlatıyor ve bizlerden ‘aşkını’, üzmememizi istiyordu. Kardeşlerimle ben ise annemizin hastalığının düzeleceğine inanıyorduk. Anneler ölmezdi. Anneler hastalanır, iyileşir, yaşlanır ama ölmezdi.

Nisan ayının ortalarında yağmur dinmişti. Hava kapalıydı, yağmur bulutları annemin gözlerinin önünden usulca geçiyordu. Kalın bordo balıkçıl yaka kazağını giyinmiş olarak kestane ağacının yanına geldi. Ağacı, ince uzun parmaklarıyla, saçlarımızı okşar gibi okşadı. Dua edercesine kestane ağacına bir şeyler mırıldandı. Gözlerinden mi yoksa buluttan mı düştüğünü anlayamadığım bir damla, ağacın dibindeki yeşermiş otların üzerine düştü. Kestane ağacına sarıldı. Bir süre öylece kaldı. Denizi gören odasına çıktı. Kapıyı arkasından kapattı. Sürekli açık bulunan radyodan, Sezen Aksu’nun, “Tükeneceğiz’ isimli şarkısının nağmeleri yükseliyordu.

Annem o nisan ayının yağmurlu gecelerine veda busesi adını vermişti.  “Yine bir buse bulutlardan insanlara… Bu yağmurlu nisan gecelerinde uyumak da uyanık kalmakta zor. Kalp ağrısı, yürek sızım, sızım sızım oluyor nisanda.”

Mayıs ayının ilk haftası annemin rengi soldu. Durgunlaştı. Gözleri uzak denizlerin yıldızları gibi yalnızlaştı. Kestane ağacının yanına yaklaşmadan, uzun süre dış kapının eşiği üzerinden baktı. Çocukken ölen babasının geldiğini görmüş gibi dudaklarının kenarında bir mutluluk çizgisi oluştu. Bu son görüşüm oldu annemi. Annem mayıs ikindisinde dudaklarındaki mutluluk çizgisi kaybolmadan yere yığıldı. Deniz mavisi gözleri, kestane ağacına asılı kaldı annemin. Son nefesini çok sevdiği kestane ağacının altında verdi. Kalp krizinden öldü annem.

Defin için, şehir kabristanında mezar kazınırken, babam da bahçemizdeki kestane ağacını annemin vasiyeti üzerine ertesi sabah kestirip, mahalledeki marangoza tabut yaptırdı.

Kuşluk vakti, yaşlı kestane ağacının gövdesine balta darbeleri inmeye başladığında mevsim ilkbahardı. Uzun, yorucu kış sona ermiş, doğa canlanmıştı. Kestane ağacı ise gözyaşlarım arasında kesiliyordu. Zamanın kıyıcılığına direnen kestane ağacı, annemin sevgisine yenik düştü.

Orhan yıldırım

Leave a Comment

İlgili İçerikler